İzmir’de Afro-Türkler, Kızlarağası Beşir Ağa ve Esir Han

İzmir’de bir zamanlar esir pazarı olduğunu, Kızlarağası Han’ını İzmir’e kazandıran kişinin siyahi bir haremağası olduğunu bilmezdik. 70’li yıllarda Lise’de okurken, sınıfımızda esmer tenli, sempatik bir arkadaşımız vardı. Çocuklar ona akşamları radyo tiyatrosu programında dinlediğimiz, konusu Afrika’da geçen bir dizideki karakterden esinlenerek “Combi” adını koymuşlardı. Okulda genelde gerçek ismi bilinmez, herkes ona takma ismiyle seslenirdi. Combi bizim sınıfın iyi voleybolculardandı. Okul takımının kaptanı da Combi’nin ten rengindeki bir başka gençti.

Futbol oynayan dayım benim ismimi İzmirli Metin Oktay’a öykünerek vermişti. Taçlı Kral Metin Oktay, futbol yaşamında etkisi olmuş siyahi kişileri şöyle anlatmıştı:

“Mahalle maçlarında kimimiz Vahap Özaltay olurdu, kimimiz Sait Altınordu, kimimiz de Fuat Göztepe. Ama ben hep Sait olurdum. Damlacık’ta 8 numaralı formayı giydim. Neden 8 numara? Çünkü 8 numara Sait Altınordu’nun giydiği formanın numarasıydı. O çocukluğumun kahramanıydı. Büyüdüğüm zaman hep onun gibi olmak isterdim”.

Doğan Emültay da bu örnek insanlardan biriydi. Takımlarına ve içinde yaşadıkları topluma o kadar bağlıydılar ki, soy isimlerini takımlarından ve Türk tarihinden almışlardı. Esmer ten rengine sahip olanlar Osmanlı’dan kalma alışkanlıkla nereden geldiklerine bakılmaksızın “Arap” olarak tanımlanmışlardı. “Arap” lakaplı güreşçiler Osmanlı döneminden itibaren ün salmışlardı. Günümüzde de Mehmet Güçlü ve Mustafa Yıldız gibi daha nice güreşçi Kırkpınar’da ve dünya minderlerde ülkemizin ismini gururla temsil etmişlerdir.

Müzik alanında birçoğumuzun aklına “Gel teskere” şarkısıyla Esmeray, sanat müziği ile İbrahim Şirin gelir. İzmir’in Basmane semtinde yetişmiş TRT sanatçısı Udi Kemal Mısırlı müziğiyle ve sesiyle Safiye Ayla gibi sanatçılarla birlikte plaklarda yer almıştı. Ataları Afrika’nın çeşitli bölgelerinden gelen bu insanlar tiyatro oyunlarına da konu olmuşlardı. Çocukluğumuzda radyo tiyatrolarında “Arap Bacı” ile tanışmıştık. 1988-1991 yılları arasında TRT Televizyonunda “Uğurlugiller” isimli dizide Tevfik Gelenbe “Nurcihan Kalfa” tiplemesiyle gönüllere taht kurmuştu. Bu esmer ten renkli, hoşsohbet kadın ailenin sözü geçen bir üyesiydi. Bu arada Amerikan dizilerinde ve filmlerinde benzer ten renkli insanların ayrıma uğradıklarını görmüş, 1975 yılında Mandingo-Zincirli Köle ve 1976-1977 yıllarında Köle Isaura’yı üzüntüyle izlemiştik.

Vatan savunmasında Afro-Türkler

Bu insanlar yaşadığımız topraklara bağlılıklarıyla tanınmışlardır. Birçoğu Kurtuluş Savaşı’na milis (Efe) olarak katılırken, düzenli orduda görev yapanlar vardı. 6’ncı Akıncı Müfrezesi Kumandanı olan Ali Osman Efe’ye Yunanlılar “Mavro (Siyah)” adını takmışlardı.12-15 kişiyi geçmeyen kızanları ile Yunanlıların korkulu rüyası olmuştu. Onun çetesi gelirken Yunan askerleri “Mavrolar geliyor” diye korkuya kapılmışlardı. Kurtuluş Savaşından sonra Bergama’nın Göçbeyli beldesi yakınındaki Alibeyli köyünde yaşamış ve orada ölmüştü.

1883-1969 yılları arasında yaşamış bir Türk vatandaşı olan Ahmet Ali Çelikten, dünyadaki ilk koyu ten renkli pilottu. Aynı yıllarda ırkçılık nedeniyle Amerikalı Eugene Jacques Bullard’ın (1895-1961) ülkesinde pilotluk yapması engellenince; 1917’de Fransız Lafayette Filosu’nda görev almak zorunda kalmıştı. Ahmet Ali’nin sadece kendisi değil, iki oğlu, kız kardeşinin eşi ve yeğeni de onu takip ederek pilot olmuş, örnek bir kişiydi.

Burada Mehmet Akif Ersoy’un “Safahat” isimli eserinde ; “Eşref Bey’in emireri Musa, İsa peygambere omuzlarını ödünç verir. Ve peygamber bu sayede göğe tırmanabilir” dizeleriyle ölümsüzleştirdiği bir kahramandan da söz etmek gerekir. Aslen Sudan kökenli olup Girit’te dünya’ya gelmiş olan Musa, 1. Dünya Savaşı’nda komutanı Kuşçubaşı Eşref Bey’le cepheden cepheye koşmuştu. Komutanı İngilizlerce esir alınınca; çevresindekilerle devletin 300 bin altınını korumuş, 7.Ordu Komutanı Ahmet Tevfik Paşa’ya teslim etmişlerdi. 12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu olay London Times gazetesinde manşetten haber olmuştu. İstanbul’un işgali sırasında ise Musa, gündüz Galata gümrüğünde hamallık yaparken, gece Milli Mücadele için Anadolu’ya silah kaçırmıştı.

Kölelik

Sami Paşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” isimli eserinde bir esir kızın hayatını, çektiği acıları okumuştuk. Romanın kahramanlarından Dilber, yaşadığı hayattan kurtulmak için evinden kaçıp, esir pazarına düşmüştü. Esirci, Dilber’in güzelliğini keşfedip beslemiş, yüksek bir fiyata oğlu için uygun gören bir hanımefendiye satmıştı. Yazar, esirciyi şöyle betimler:

“İri yapılı olan bu adam, Hacı Ömer adlı bir esirciydi. Merhamet ve şefkat duygularından zaten nasibi olmayan kalbi, insan ticareti yapa yapa büsbütün katılaşmış ve nasırlaşmıştı. Kalbinden o büyük yuvarlak gözlerine akseden vahşilik izleri, kaplan bakışlarında okunur, başkalarının uğradığı en müthiş felaketten bile zerrece müteessir olmaz; kendi çıkarından başka hiçbir şey düşünmez; bir şarkıcının sesiyle bir kızın ağlayışını ve bir saz sedasıyla çok güzel bir kadının yalvarışını ayırt etmezdi. İnsanlık görevi diye yalnızca iki şey bilir ve onları pek önemli, kutsal sayardı: Biri ticaretinin ilerleme aracı olarak odasının duvarında daima asılı duran kırbacı, ötekide alıp sattığı zavallıların kimsesizliği”.

Tarih dersinde harem ağalarını ve ev işlerinde görevlendirilen halayıkları tanımıştık. Köle olarak Osmanlı sarayına veya zengin konaklarına getirilenlerin yaşadıkları hayat bize anlatılmamıştı. Harem ağalarının hadım oldukları söyleniyordu. Fakat onların çoğu zaman cinsel organlarının tamamını kaybettikleri anlatılmıyordu. Savaş esirlerinin 5’de 1’i, Osmanlı padişahının hakkıydı. Buna “Pencik sistemi” deniyordu. Bu esirlerin en güzelleri ve yararlıları padişah için seçiliyor, diğerleri İstanbul’daki Esir pazarında satılıyorlardı. İstanbul’da, Bizans’tan kalma iki esir pazarı vardı. Cariyelerin satıldığı Atik Bedesten (Cevahir Bedesteni) ile köle pazarı olan Yeni Bedesten (Sandal Bedesteni) idi. Çemberlitaş’ın arkasında ise; 1932’de yıkılan ünlü “Esir Hanı” vardı. Köleler, Tersane’deki zindanda tutulur, İstanbul’un diğer birçok semtinde ve Üsküdar’da da esir pazarlarında satılırdı. Pazarda en çok para edenler, beyaz tenli Rus ve Macar kölelerdi.

Kölelerin satıldığı semtin adı, “Karabaş” veya “Karavaş” idi. Bu ismi neden aldığı kolaylıkla anlaşılmaktadır. Afrikalı ve Kafkas kökenli köleler için acı olan ise; kaderlerinin kendi ana-babaları veya bölgelerindeki insanlar tarafından çizilmeye başlanmasıydı. Günümüzde bile internet üzerinden bebek satışları yapılmaktadır. Hindistan’ın Kuzeydoğu’sunda yer alan Assam bölgesindeki çay tarlalarında çalışan fakir aileler kız çocuklarını 65 dolara satmaktadırlar. Osmanlı döneminde hacca gidenlerden bazıları Arap köle tacirlerinden Afrika kökenli çocuklar satın almaktaydılar. Bu satın alma iki yönden önemliydi. Şahıs memleketine vardığında hacca gitmiş olduğunu ispat etmiş, ayrıca; köleyi satarak da iyi bir kazanç elde etmiş oluyordu.

Bursa Esir Pazarı kölelerin en iyi fiyatla satıldığı yer olduğundan, padişahın payına düşenler oraya gönderilmeye gayret edilirdi. Bursa’daki binlerce dokuma tezgahı el emeği ile işlemekteydi. Bu yüzden Bursa İstanbul’dan sonra köle ticaretinin en canlı olduğu şehirlerden birisiydi. Müslümanlığa geçmiş kölelerin baba adı “Abdullah (Allah’ın kulu) veya (Hz. Muhammed’in babasının adı)” yazılırdı. Prof. Dr. Yılmaz Kurt’a göre; Bursa üzerine yapılan onomastik(İsim-bilim) çalışmalarında baba adı Abdullah olanların oranı baba adı Mehmet olanların bile önüne geçmişti.

Köle ticareti Osmanlı Devletinin önemli gelirleri arasındaydı. Osmanlı topraklarında satılan kölelerin büyük çoğunluğu Karadeniz’in kuzeyindeki limanlar üzerinden getirilmekteydi. 1606-1607 Gümrük defterlerine göre bir yıl içinde Kırım hanlığındaki Kefe’den İstanbul’a köle getiren gemi kaptanlarının hepsi Osmanlı vatandaşıydı. İstanbul’a köle getiren gemi sayısı 137’di. Bu gemilerin kaptanlarının 90’ı Müslüman iken diğerleri Gayrimüslim’di. Köle ticaretinden alınan vergiler göz önüne alındığında bu ticaretin ne denli önem kazandığı anlaşılacaktır. Kanuni döneminde 1520’de tüm bütçenin gelir rakamı 141 milyon küsur akçeyken bunun 620 bin akçası köle ticaretindendi. Bu rakam 1529’da 650 bin akçaya çıkmıştı.

İstanbul Esir Pazarı yanında Üsküdar, Edirne, Bursa, İzmir, Erzurum, Konya, Belgrad, Sofya, Üsküp, Bağdat, Şam, Medine, Halep, Kahire, Trablus, Girit, Rodos, Kıbrıs’ta da esir pazarları vardı. Durum o hale gelmişti ki; 1846’da İstanbul nüfusunun yüzde 12.5’u kölelerden oluşuyordu. Munis Armağan’ın yayınladığı Tire Şeriye Sicilleri’ne göre; İzmir’de köle ticareti Esir Hanı’nda, Tire’de ise Yeni Han ve Frenk Hanında yapılmıştı. Esir pazarı küçük odalarla çevrilmiş, geniş bir meydandı. Kadın esirler odalarda erkekler ise meydanda teşhir edilirlerdi. Köle satın almak isteyenler meydana gelerek beğendiklerini seçerler ve pazarlığa girişirlerdi. Köle tacirleri sevimli ve güzel kadınları pazara çıkarmayıp muhafaza ederler ve onlara hanendelik ve rakkaselikten başka, erkeklerin hoşuna gidecek şeyler de öğreterek daha fazla para etmelerini sağlarlardı. III. Mustafa döneminde (1768-1774) bu güzel cariyeleri ve yakışıklı erkekleri daha çok Hıristiyan tacirlerin satın almaları nedeniyle bazı sorunlar çıkmış, Gayrı-Müslim’lerin köle satın almaları yasaklanmıştı.

Bazı aileler çocuklarını satmıştı

ABD’de 1948 yılında devlet harcamalarının çoğunun silahlanma giderlerine ayrılması sonucu ekonomik kriz oluşmuş, bazı beyaz aileler bile bakamayacakları endişesiyle çocuklarını satışa çıkarmıştı. Bugün olduğu gibi; tarih boyunca da anaları, babaları tarafından satılanlar, yerel kabileler arasındaki çatışmalarda ele geçirilerek benzer kökendekiler tarafından köle tacirlerine satılanlar olmuştur. Kazançlı bir iş kolu haline gelen bu durum o kadar yaygınlaşmıştı ki, özellikle genç işgücünün ve sağlıklı nüfusunun kaybı, Afrika’nın gelişememesinin temel nedeni haline gelmişti. Benzer kökenden insanlardan bazıları da köle tacirleriyle işbirliği yaparak bu kazançtan pay almaktaydı. Bu tür ticaret sonlanınca, kölelerle aynı kökenden gelen bu tacirler kendileri hiç köle olmadıkları halde, kurbanlarının arasına karışarak, izlerini kaybettirmişlerdi.

Köle ticareti ve petrol

Kölecilikle kalkınan ABD’de Siyahlar alınıp satılan bir mal gibi görülmüş, 1600’lü yıllardan itibaren köle sayısında hızlı bir artış yaşanmıştı. Dünyanın ilk petrol kuyusu 27 Ağustos 1859’da Amerika Birleşik Devletleri Pennsylvania eyaletinde açılmış, ucuz enerji ve makineleşme iş gücü ihtiyacını azaltmıştı. Köle ihtiyacı sonlanmış, köle beslemek gereksiz ve pahalı bir hale gelmişti. 1865 yılında kölelik kaldırılsa da, bunun sosyal hayatta hiçbir karşılığı olmamıştı. Rosa Parks, 1 Aralık 1955’te, Montgomery-Alabama’da bindiği otobüste kendisinden yer isteyen bir Beyaza yerini vermedi diye tutuklanmıştı.

Kendi halkını ve Afrika kökenlileri köle olarak çalıştırarak zenginleşmiş, sanayileşme ve makineleşmesini tamamlamış İngiltere, 1807’de köleliği yasaklamıştı. Fakat sanayileşmemiş Osmanlı için köle ticareti ve insan işgücü devlete önemli bir gelir sağlamaya devam etmekteydi. İngiltere, 2. Mahmut (1785 -1839) döneminden itibaren köle ticaretinin yasaklanması için Osmanlı’ya baskı yapmaya başlamıştı. Köle ticaretinin yasaklanması, Osmanlı’nın iç işlerine karışmak ve ekonomik sıkıntı yaratmak için bir araç olarak kullanılmıştı. 1854’de İngiliz gemileri İzmir-İstanbul arasında köle taşımacılığı yapmaya devam ederlerken, İngiltere Osmanlı’ya köleliği yasaklaması için baskısını arttırmış, bir yandan da Arap petrollerine el koyabilmek için köle ticaretinin yasaklanmasını bahane ederek, Arapları isyana teşvik etmişti. 1885’de Mekke Emiri Abdülmüttalip köle ticaretinin yasaklanmasının şeriata aykırı olduğunu söyleyerek Arapları kışkırtıcı bir fetva yayınlamış; “Kölelerle ilgili yasaklar şeriata aykırıdır. Türkler kafir olmuştur. Kanları helaldir ve çocuklarının köleleştirilmesi İslam hukukuna uygundur” demişti. İngiliz himayesindeki isyan hızla ilerlemiş, Arabistan Osmanlı’dan kopmuştu.

Kızlarağası Hacı Beşir Ağa

1578’de Osmanlı’ya bağlı bulunan Kırım Hanlığı, Rusya’ya savaş ilan etmiş, Moskova’ya kadar ilerleyerek, vergiye bağlamıştı. Osmanlı sarayına hediye olarak Rus, Çerkes ve Gürcü köleler göndermiş, büyük bir kısmını da Osmanlı ülkesindeki esir pazarlarında satmıştı. 1582’de padişah 3. Murat döneminde, Batı’ya doğru yapılan fetihler hız kesmiş, Kuzey Afrika kıyıları Fas hariç Osmanlı topraklarına katılmıştı. Batı’ya yönelik fetihler olmayınca, beyaz kökenli kölelerin sayısı da azalmış, hatta kızlar ağalığı görevi Habeş Mehmed Ağa isimli Afrikalı bir köleye geçmişti.

Bu kişiler ellerindeki yetkiyle devlet yönetiminde çok etkili olmuşlar, bazen padişahların göreve gelmeleri, görevden alınmaları onlardan bilinmişti. Bu tarihten itibaren kızlar ağalığı görevi Batı kökenli beyaz tenli Ak Ağalar’dan, siyah tenli Afrika kökenli Kara Ağalara geçmiş oluyordu. Küçük yaşta bir köle olarak İstanbul’a getirilen, sarayda 29 yıl görev yapan Kızlarağası Hacı Beşir de Kara Ağalardan biriydi. 1746’da öldüğünde, İstanbul’dan, Kahire, Ziştovi, Bağdat ve Medine’ye kadar tüm Osmanlı ülkesinde medreseler, kütüphaneler, sebiller yaptırmıştı. İzmir’deki Kızlarağası Hanı da Beşir Ağa’nın İzmir’e kazandırdığı eserlerdendir.

Haremağaları 1908’den itibaren azat edilseler de saraylarda yaşamaya devam etmişlerdi. 2. Abdülhamid’in haremağası Nadir Ağa da bunlardan biriydi. Cumhuriyet’in ilanından sonra saltanat kaldırılınca, sarayı terk etmek zorunda kalmışlardı. Merkezi İstanbul’da, Medine ve Kahire’de birer şubesi olan “Haremağaları Teavün Cemiyeti” kurmuşlar, yaşlı ağalar birlikte yaşamaya gayret etmişlerdi. Nadir Ağa 1961’de 79 yaşındayken ölmüştü.

İzmir’de Esir Han

İzmir’deki “Esir Pazarı veya Esir Han” Hisar Camisinin hemen arka sokağındadır. Köle alım-satımı tarih boyunca ticaretin bir kolu olarak görülmüş, Esir Han da diğer hanlarla beraber ticaret merkezindeki yerini almıştı. Köle ticareti, 1910 yılında kesin olarak yasaklanmasından sonra bile gizli gizli devam etmişti. Utançtan mıdır, bilinmez. Hanın levhası dükkanların levhalarının arkasına saklanmıştır. Burası sünnet takımlarının satıldığı bir yere dönüşmüştür. Kaderin cilvesi bu olsa gerek. Küçük dükkanlardaki vitrinler son zamanlarda moda olduğu üzere parlak kumaşlardan yapılmış tuğlu Osmanlı sarıkları ve giysileriyle donatılmış mankenlerle doludur. Onlar da satılmayı beklemektedirler.

İzmir’de Afro-Türkler

Türkiye’de Afrika kökenli vatandaşların sayısı 10-15 bin kadardır. Tam rakam verilememesinin nedeni topluma tam olarak entegre olmuş olmalarıdır. İzmir-Konak semtinde kendilerini Afro-Türkler veya Afrikalı Türkler olarak tanımlayan, 1955 doğumlu rahmetli Mustafa Olpak’ın kurucu başkanlığını yaptığı “Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği” bulunmaktadır. Bu vatandaşlarımızın ülkemize gelişi temelde üç yoldan olmuştur. İstanbul’daki ve diğer illerdeki saraylar ve köşklerde çalıştırılmak üzere getirilenler olduğu gibi, İzmir, Muğla, Dalaman, Dalyan, Milas, Göcek, Bodrum ve Aydın civarında tarlalarda çalışmak için getirilenler ve Müslüman olduğu için Girit ve Yunanistan’dan mübadele ile gelenler vardır.

Kölelik, deri rengine bakılmaksızın reddedilmesi gereken bir insanlık suçudur. The Global Slavery Index’in (Küresel Kölelik Endeksi) 2016 verilerine göre, köle işçilerin yüzde 58’i Hindistan, Çin, Pakistan, Bangladeş ve Özbekistan’da bulunmaktadır. Köleliğe karşı en fazla mücadele eden ülkeler olarak Hollanda, ABD, İngiltere, İsveç, Avustralya, Portekiz, İspanya, Belçika ve Norveç’i görmekteyiz. Sömürgeler kuran, köle ticaretiyle Afrika, Amerika kıtalarını ve tüm dünyayı sömüren bu ülkeler köle ticaretine sözde karşıdırlar. Afrika kökenli Türkler ise; Cumhuriyet Türkiye’sinde eşit yurttaşlık ilkeleri ışığında yaşamlarını sürdürürken, örnek insanlar olarak toplumdaki yerlerini almışlardır.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın