İşte böyle yazıyla boğuştuğum bir anda, ne yazayım derken, kitaplarımı karıştırdım yeniden… Amacım yazarken, yazdıkça, yazıya küstükçe, ümitsizliğe kapıldıkça başka yazarlardan çare aramak. Ne de olsa yazarlar birbirlerinin sözlerine muhtaçtır. Başımız sıkıştıkça başkalarının eserlerine göz gezdirmeye gerek duyarız. Deneyimlerine, bilgilerine, yaşadıklarına, anlattıklarına. Kendimizi pek yalnız hissetmeyiz o zaman. Çektiğimiz sıkıntıların, uğradığımız çıkmazların; sonuçlanmayan arayışlarımızın, hayal kırıklarımızın ve benzeri caydırıcı birçok şeyin başkalarının başından geçmiş olması bizi yalnızlığımızdan, sıkıntımızdan kurtarır. Her kitap ayrı bir dünya. Rastgele elime bir kitabı açtım, karşıma Samim Kocagöz çıktı. Bir dalganın yahut bir bulut kümesinin kendine has coşkusuna yakalanmış gibi oldum. O muhteşem kaynak ellerimde ışıldayan bir evren, bir nimet oldu. Doğrusu, Samim Kocagöz imdadıma hınzır gibi yetişmişti…
Samim Kocagöz yazma eylemini sorguladığı “Roman ve Yazarlık Onuru” kitabından yazarlığın sorumluluğundan şöyle söz ediyor:
“Yazar, önce vicdanına karşı sorumludur. Yazar, yine önce, içinde yaşadığı topluma, halkına sorumludur.”
Samim Kocagöz, Anadolu insanına sağlam gözlerle eğilmiş bir yazar. Tatlı tatlı, sıkıntısını, üzüntüsünü dökmüş satırlara…
Samim Kocagöz imdadıma yetişti yetişmesine de, ne yazmalı sorusu iç sesimde hala yankılanıyor. Kendi sesime yanıt bulabilecek bir ses bulabilecek miyim? Düşünmeye başladım. Konu mu yok? Sorun mu eksik? Tam tersine, yığınlarla… Ama olmuyor işte. Olmuyor işte… Kolay gibi mi görünüyor? Haydi! Siz de geçin bakalım kâğıdın karşısına. Kimi zaman yarıda bırakıp, kâğıdı yırtmayı göze alacaksınız. “Olmaz, olmadı, şimdi bu mu yazılır?” diye sızlanacaksınız. Sansürün en güçlüsü bu olmalı. Yazan kişinin kendini kontrol etmesi, duygularını, düşüncelerini dizginlemesi… Düşünceye gelince, mantığa gelince, sağduyuya gelince… hadi çıkabilirsen, çık işin içinden… “Kolay” mı dediniz?..
Şu anda yalnızım odamda. Az önce kalabalıktı oda. Torunlar üşüşmüşler kendi aralarında söyleşiyorlardı. Sonra odadan çıktılar. Koridordan geçenlerin sesleri duyulmasın diye odamın kapısını kapattım. Sanki bir tutuk evinin hücresindeyim! “Ne yazılır?”… Tuhaf ve altüst edici bir soru olduğunu söylemiştim. Açık olan bilgisayarımın karşısına tekrar geçtim, bir iki satır yazdım, olmadı, bir daha yazdım, “Hah, bu oldu işte” dedim, sonra bir de baktım ki, o da olmamış… Oturup yeni bir şey yazmak en iyisi. Ben de öyle yaptım.
Her şeyin merkezinin kendisi olduğunu düşünmek, bunu dışa vurmak, ikide bir yazıp bu duygusunu belirtmek yakışık almayan bir iştir ama yine size kıyamadım, sevgili okurlar. İşte bugünden benden kalanlar… Benden yazması, sizden okuması… İyi okumalar dilerim.
***
Her akşam eve dönerken apartman duvarının kenarında yamru yumru bir çöp tepeciğiyle karşılaşıyorum. Civardaki marketlerin, bakkalların amblemlerini taşıyan… Ağızları sımsıkı bağlanmış ama nedense dipleri hep delik. Boy boy, tıka basa çöp torbalarından, rasgele fırlatılmış mukavva kutulardan, sızan karpuz sularına, demlikteki çay sularına, saçılan artıklara konup kalkan kapkara, vızıltılı, mide bulandırıcı sinek bulutlarına, kedi ve köpek sürülerine… Gün boyu çöp torbalarının üstünde, içinde, altında onca kedi, kent yaşamımızın olağan görüntülerini oluşturuyor. Çöp üstüne çöp ekleniyor akşama kadar. Havanın kararmasına yakın, iki genç, brandadan yapılma, altan çekçekli el arabalarıyla gelip didikliyorlar torbaları. Aradıkları bir şeyler var! Metal kutular, Coca-Cola’lar, Pepsi’ler, bira şişeleri savruluyor sokağa. Yanmış ampuller, bitmiş piller, tarihi geçmiş ilaçlar, gazı bitmiş çakmaklar, camı kırık gözlükler, sararmış fotoğraflar, kâğıt ve karton ambalajlar, süt ve meyva suyu kartonları, tuvalet kâğıtları, yumurta kutuları, metal konserve kutuları, anahtarlıklarını yitirmiş anahtarlar, sapı kırık kupalar, boy boy karton ve plastik kutular, boş süt şişeleri, dondurma sapları, ambalaj kâğıtları, bozuk ev aletleri, dolmuş defterler, sararmış dergiler, bitmiş parfümler, paslanmış metaller, bayatlamış şekerler…
Her bir nesne, kategorisine göre ayrı ayrı çuvallara doldurulup götürülüyor. Sokağın ortasındaki bir diğer çöp kutusuna doğru, bir başka istasyona gider gibi… Çöp bidonları kentin en büyük hazinesi oluyor. Sineklerin göz diktiğini kediler, kedilerinkini köpekler, köpeklerin deştiğini çöp ayrıştırma ekibi didikliyor. Çingenelerden artakalanları her akşam gecenin geç bir saatinde kimi zaman gecenin on birinde veya gece yarısından sonra- herkesin uykuya çekildiği saatte, çöp kamyonları kentin artıklarını alıp götürüyor. Çöp kamyonunun saçtıklarını yine sinekler, kediler ve martılar tırtıklıyor. Ve bunca alıcıya rağmen sokaktaki çöp yığını asla yok olmuyor. Eksilenlerin yerini çarçabuk yenileri alıyor. Hele bir de çöp yığınının yanından geçerseniz çöpün hiçbir şeye benzemeyen o ekşimsi, geniz yakan, kesif kokusunu solumak durumunda kalıyorsunuz.
Dopdolu bir yaşamın tanıkları olan bu eşyalar, akıl almaz işlevsizlikleri içinde öbek öbek dizilirler. Artık bir hiç olsalar da, zamanın işaretleridir onlar.
Her gün ürettiğimiz tonlarca çöp, zevksiz bir konu gibi gelse de bir şehrin işleyişinde ne kadar önemli bir yer tutuyor. Bir zamanlar grev nedeniyle günlerce toplanmayan çöplerin içine batmıştım. Böyle bir görüntüyü ve kokuyu daha önce yaşamamıştım. Şimdi toplama saatleri artık bir düzene girdi. Örneğin Alsancak’ta Gül Sokak’tan geçen çöp kamyonu, sokak sakinlerini uykularının ortasında uyandırması bir yana gece yarısından sonra yapılıyor olması şehrin trafiğini de rahatlatıyor. Her şey güzel işleyince hiç farkına varmıyoruz ama işler ters gidince bir sokağı, bir şehri yaşanmaz kılacak denli önemli bir konu bu.
Doğrusu şu ki, çöp ayrıştırma işi insanların hayatlarını zorlaştırma amaçlı değil. Aksine varılan sonuç, hem ekonomik hem ekolojik açıdan çok önemli. Paris’te oturan bir arkadaşım bakın nasıl anlatıyor:
“Başta zaman ayırmak gerektiği düşünülse de zaman içinde ayrıştırma işine öyle bir alışıyorsunuz ki günlük yaşamın bir parçası oluyor. Sabah evden çıkarken hemen binanın karşısındaki sarı kutuya kâğıt, gazete ve plastikleri, yeşil kutuya da cam şişeler atılıyor. Organik çöpler ise her akşam mutfaktaki çöp borusundan binanın altındaki çöp sepetlerinde birikiyor.”
Konuşmamız sırasında bakın bana daha neler anlattı yaşadığı kentle ilgili: “Geçen hafta bir kontrol için hastanedeydim. Çıkışta otobüs bekliyorum. Otobüs durağının yanındaki kaldırımda büyükçe bir ağaç kütüğü var, belli ki ağaç kesilmiş. Üzerine bir tabela asılmış: “Hastanemizin önünde bulunan ağacı, geçirmiş olduğu rahatsızlık süresinde tedavi etmeye çalıştık, tüm çabalarımız sonuçsuz kaldığından kesmek zorunda kaldık. Semt sakinlerinden çok özür diliyor, bu üzücü olay nedeni ile affınıza sığınıyoruz.”
İşte çevre bilincinde sözün bittiği yer de bu olsa gerek…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.