Anımsadıkça geçmişte yaşadıklarım çeşitleniyor. Sanki anılar hiç bitmiyor. Sanki bellekte gömülü anılar tükenmiyor, daralmıyor, yok olmuyor. Tam tersine gelişip, zaman içinde yoğunlaşarak derinlik kazanıyorlar.
Zamanla insanın bakışları içeri dönüyor, eskiden yaşadıklarını yeniden görmeye başlıyor. Anımsama bir kez başladı mı arkası geliyor. Yeni şeyler hatırlanıyor, her konuda rasgele söylenen sözler gibi, anılar birbirine karışıyor. Çocuklarım evi terk etti, ikisi de kendi yuvalarını kurdu. Onların varlığı ile yaşıyor, onların başarıları ile mutlu oluyorum.
Dört torunumdan en küçüğü dokuz yaşında, diğerleri on yaşın üzerindeler artık. İlk bebekliklerini düşünüyorum. Ne güzel günlerdi onlar. Çocuksu bir heyecan ve coşkuyla torunlarımı bir sevgiliyi bekler gibi beklediğim günleri özlemle anımsıyorum. Ne çok şey sığar bir güne. Yaşama bağlanmanın sarsıcı güzelliğini ve sevincini bana yaşatan torunlarımı derin bir özlemle, telaşlı bir koşuşturma içinde beklerim. Evim onlarla cıvıl cıvıl bir yaşamla aydınlanıverir. Onlar eve adım atar atmaz her şey beni sevince boğan bir anlam kazanır. Onların yaldızlı gözlerinde bütün bir dünya saklıdır.
Bana nefes alıp verdiren, güldüren, konuşturan, gözyaşlarımı tebessüme boğan onlardır. Hepsi de küçücük bir dünya taşırlar sırtlarında. Buram buram insan, sevgi kokan. Şarkılar söyleten, skeçler oynatan yine onlardır. Saklambaçlar, köşe kapmacalarımız. Onlar var oldukça ben de yaşarım. İçimde öylesine sınırsız bir sevgi hissederim ki!
Tek ayaklı bir adam çizdiğimiz, bir göz, bir ev çizdiğimiz, koşan bir çocuk çizdiğimiz, evet, bir bulut, bir ağaç, bir kuş çizdiğimiz günleri nasıl da aramam! Biriktirdiğim gazoz kapakları ile yere çizip oynadığımız yılan oyununu oynarken masallara özgü bir düş âleminde yürürdük. Sindrella’nın ünlü şatosunun kulelerini çizdik. Sonra, beyaz perdeden tanış olduğumuz Miki Fare, sevgilisi Mini, arkadaşları Goofy, Pluto ve cüceleri ile Pamuk Prenses konuğumuz oldular. Hayvanlar âleminde gezinirken kurbağa vıraklamalarına, aslan kükremelerine, kuzu melemelerine, at kişnemelerine, köpek havlamalarına, kedi miyavlamalarına kadar her çeşit ses harmonisi arasında dolandık.
Çocuk şarkıları arasında, yaşamın basitliğini öğrendim torunlarımdan. Nereye gideceği bilinmez, sınırsız, haritasız ebrulî bulutların dur durak bilmez gezintileri gibidir onlarla yaşanan saatler. Neşe, havailik, canlılık içinde, göz kamaştırıcı sevinçler içinde, çocuk dünyasının gizemli patikalarında dolaştık…
Torunlar büyüdükçe konularımız da, ilgi alanlarımız da değişti. Herkes kendi mizacına göre, herkes kendi ses tonunda zevk içinde birbirimize karşılıklı haz verdik. Büyüdükçe hayvan âlemini tanımaları, dinozorların soyunun tükenmesi çocukların en sevdiği konulardan oldu. Sonra bilgisayar girdi devreye. Sayfa sayfa çizimler çıkardık. Erkek torunlar için harika oyuncak arabalar boyamaktan, oyuncak arabalar inşa etmekten, direksiyonlu araba sürme oyunlarına geçtik. Şimşek Mekkuin Arkadaşları Mater ve Fillmore ile yarıştık. Kız torunlarla Barbie ve köpeğini parkta gezdirdik, Barbie’mizi türlü türlü giydirdik. Mutfakta kek pişirdik, gelenlere ikram ettik; komşuculuk, misafircilik oynadık.
Torunlarımın yanında çiçekler açarım; onlar yanıma yaklaşır yaklaşmaz güzel bir nergis kokusu yayılır benden. Hani bilirsiniz, bahar kokan, baharın habercisi capcanlı nergisler vardır ya işte o kokudan. Onlar da, ben de dünyadan kopmuş, uzaklaşmış oluruz. Tüm bunları yaparken ne kadar rahat, ne kadar olağan göründü bana. Yaşamın kendisine dolanıyormuş gibi bir his…
Ailemi korumak, kötü şeylerden uzak tutmak ve onlar için yaşadığımı hissettirmek isterim. Onlar da istendiğimi, faydalı olabileceğimi hissettirirler bana. Evlatlarımla, torunlarımla ben de büyüdüm, olgunlaştım. Yaşamımım bugünkü noktasında tatlılara düşkünlüğümü yitirdim, ama uzaklarda kalan çocukluk günlerime bakınca ne kadar çeşitli tatlı ve şekerleme sevip yediğime şaşıyorum. Hepsinden çok da dondurmaya bayılırdım; ister sade olarak servis edilsin, ister üzerine çikolata sosu konulsun, ister kâsede olsun, ister ucundaki sopadan tutulsun.
Yaşamla, kendimle, çevremle barışık olmayı öğrendim sanırım. Hoplayıp zıplayıp, koşturarak yaşama bir oyun gibi bakmayı öğrendim. Çilelerin, bilmecelerin, eziyetli güçlüklerin dünyasından çıktım artık ve işte gülmeyi öğrendim. Çocuklarımı büyütürken ve torunlarımla oynarken geçirdiğim zaman benim için zamansız bir zaman olarak kaldı; hiçbir sayma sistemiyle düzenlenmemiş bir zaman dilimi…
Yaşamın her anı kendi sorunlarıyla, kendi sevinçleriyle ve her yaşanan dönem kendi öyküsünü üretiyor. Eski günlerin geri gelmesini istemesem de, o günlerden özlediğim şeyler var. Eski telefonun zil sesi, yazı makinesinin tıkırtısı, plaklar, dijital olmayan kameralar, büyük sinema salonları, siyah-beyaz filmler, bir mektubu postalamak için postanenin yolunu tutmak, yazlık sinemada film izlemek… Ama yine aynı noktaya geliyorum, “Artık genç değilsin ama yaşama aitsin” diyorum.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.