Bir Bertolucci filmi izlemeye var mısınız?

Yedinci sanat olarak sinemanın bir sanat dalı olarak çıkışı, daha önce hiç olmadığı kadar, izleyicide güçlü bir etki alanı yarattı. Lumiere kardeşlerin sinematograf adı verilen cihazı keşfetmeleri yüzyıla damgasını vuracak bir keşif olmuştu. İlk film gösterimleri yapıldıktan sonra Nature dergisinin direktörü Henri de Parville, bu tarihi buluşmayla ilgili dergide şöyle yazmıştı:

“Biz Lumier Kardeşlerin büyük bir sihirbaz olduklarını düşünüyoruz”.

İlk gösterimlerini 28 Aralık 1895 yılının Paris’inde gerçekleştirirler.

Filmin adı: “L’arrivee d’un train” (Bir Trenin La Ciotat Gar’ına Varışı)

İnsanlar bu ilk gösterimde (1897) sinema perdesinde hareket eden treni görünce, üzerlerine gelmekte olan trenden korkarak sinema salonundan kaçmaya başlarlar. Aynı durum filmin İstanbul’daki ilk gösterimi sırasında da yaşanmıştır. Ekrem Talu “İstanbul’da ilk sinema ve gramofon” adlı yazısında bu ilk film deneyiminin yarattığı heyecanı anlatmıştır. Üzerlerine doğru gelen trenden korkan seyircilerin yerlerini terk ettiklerini anlatmaktadır. Bu ilk film gösterimleri şehirde hararetli tartışmaların yaşanmasına sebep olur. Kimi, bu sihirli icadı görmeyi günah sayıyor, kimi gidip gördüğünden dolayı tövbe ediyor, ileri fikirliler ise bir medeniyet unsurunun daha yurda girmiş olmasına seviniyorlardı. Bu icat bir yüz yıl gibi kısa bir süre içinde şaşırtıcı bir gelişme gösterecekti.

Günümüzde yedinci sanat dalı olarak sinemanın en önemli sanat dallarından biri olmasında onun kendine özgü olanaklarının çok fazla olmasında ve birçok sanat dalını içinde barındırmasında aranabilir. Sinemanın gelişim sürecine bakıldığında bu sanat dalının edebiyattan tiyatroya, mimariden dansa kadar birçok sanattan etkilendiği, kendi alt yapısını oluşturduğunu, kendine özgü olanaklarıyla yeni bir anlatım biçimi ve bir dil yarattığını söyleyebiliriz.

26 Kasım 2018’de yaşamını yitiren ünlü İtalyan film yönetmeni Bernardo Bertolucci büyük bir ustaydı. Bernardo Bertolucci, sadece İtalya’nın değil, dünya sinemasının dev yönetmenleri arasında görülüyordu. İtalyan sinemasına belleklerden kolay silinmeyen örnekler veren, kendine özgü bir dil yaratan, sınır tanımayan bir sanat anlayışının öncüsü bir yönetmendi. Ölüm haberi İtalyan basını tarafından “20. Yüzyıl’ın son büyük maestrosu öldü” ifadesiyle duyuruldu. “Paris’te Son Tango”, “1900”,” Konformist”, “Çölde Çay”, “Küçük Buda”, “Düşler, Tutkular ve Suçlar” ve “Son İmparator” unutulmaz filmleri arasında yer alıyordu. Bertolucci aynı zamanda en iyi film dalında Oscar kazanan tek İtalyan yönetmendi. Ona bu ödülü 1987’de çektiği “Son İmparator” getirmişti. Aynı filmle en iyi yönetmen kategorisinde Oscar kazanmış, film toplam dokuz dalda Oscar’a layık görülmüştü. Bertolucci’nin aldığı son ödüller arasında, 2011’de Cannes Film Festivali’nde sinemaya hizmetlerinden dolayı kendisine verilen Onursal Altın Palmiye Ödülü yer alıyordu.

Roma Üniversitesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakan Bertolluci, Pier Paola Pasolini’nin 1961 tarihli “Accatone” (Dilenci) filmiyle yönetmen yardımcılığına geçti. Marlon Brando, Gerard Depardieu ve Robert de Niro gibi dünyanın en iyi aktörleriyle çalıştı. Çalışmalarında her zaman politik ve felsefi kaygılarını ön planda tuttu. Pasolini onun akıl hocası oldu. Daha sonraki yıllarda yönetmen koltuğuna geçtiğinde Dostoyevski ve Borges’den yola çıkarak ruh bilimsel ve cinsel temalara yönelmekle birlikte toplumcu ve siyasal yorumlara da yer verdi. Devrimci ruhu ona ailesinden geçti. Dedesi, Avustralya’da sürgüne zorlanan İtalyan bir devrimciydi, annesi öğretmen, babası şair ve sanat tarihi öğretmeniydi. Babasından güzel bir anısı var, bu anısını 1966 yılında Gönül Dönmez Colin’le Selanik Uluslararası Film Festivali’nde yaptığı röportajda şöyle aktarıyor:

Sekiz dokuz yaşlarındayken bir gün babasının annesine yazdığı bir şiir geçer eline.

“Yaz geçip gitmek üzere.
Gül artık unutkan. Sen de bir gün her şeyi unutacaksın.
Gülün baharı unuttuğu gibi.”


Bu şiire Bertolucci’nin yorumu çok duygusaldır.

“Babam her zaman yaşamla sanatın bir bütün olduğuna inanır.
Bahçeye çıktım, gerçekten de bir beyaz gül vardı orada.
Şiir yaşamdı.”


Entelektüel bir ortamda, kitaplarla dolu büyük bir evde, özel hizmetçilerle yetişti. Sanatsal ve entelektüel yaşantısını sürdürmesine olanak sağlayan bu ayrıcalıklı ortamda yetişme lüksüne sahipti. Erken yaşta sinemaya ilgi duymaya başlaması babasının tanınmış bir gazete için film yazıları yazmasından doğdu. Babasının bu filmleri görmek için yaptığı seyahatlerde ona eşlik etmesi, vizyona giren son filmleri görme şansına sahip olması onun bu alana kaymasında tetikleyici oldu.

1962’de ilk uzun metrajı “La Commare Secca”yı (Grim Reaper) yönetti.

Ardından iki yıl sonra çağdaş Parma’daki siyasal gelişmeler üzerine kurgulanmış bir aşk hikâyesi olan “Prima Della Rivoluzione” (Devrimden Önce) geldi. Devrim üzerine irdelemelerde bulunan film, aynı zamanda kendi politik kimliğinin yansımasıydı. Cannes Film Festivali’nde Eleştrmenler Ödülü’ne layık görüldü, bu onun için iyi bir başlangıç oldu. Aynı yıl Komünist Parti’ye katıldı. Kendini Marksist ideolojiye adayan Bertollucci, en politik filmi “İl Conformista”yı (The Conformist) çekti. Film, 1930’larda faşist harekete yanaşan, itibarını yitirmiş bir entelektüeli konu aldı. Bu senaryosu ile “En İyi Uyarlama Senaryo” dalında Akademi ödülüne aday gösterilmesine ve uluslararası öneme sahip bir film yapımcısı olarak büyük beğeni toplamasını sağladı.

Bertolucci’nin 1972’deki filmi “Ultimo Tango in Parigi” (Paris’te Son Tango) uluslararası ününe pekiştirdiyse de seks sahnelerinin o dönem için cüretkârlığından dolayı müstehcen bulundu; tenkit edildi. Ancak çoğu eleştirmen onu çağdaş ilişkileri gözlemlemekte dürüst buldu; film yılın en çok konuşulan filmlerinden oldu, Bertolucci’ye En İyi Yönetmen Dalında Oscar adaylığı kazandırdı. New Yorker dergisinde çıkan yazısında film eleştirmeni Pauline Kael, bu filmi Stravinsky’nin Bahar Ayini’nin ilk temsilinin etkisine benzetti, yönetmeni dalında “virtüöz ve yenilikçi” olarak nitelendirdi.

Filmi şoke eden, şaşırtan, sarsan ve hayran bırakan bir sanat eseri olarak değerlendirdi. Film, karısının intiharının ardından, hayatla bağını koparan kırk beş yaşındaki Paul’un hikâyesidir. Geçirdiği bunalımdan sonra nihayet ilişki kurduğu yirmilik genç kızla cinsel bir ilişki yaşayan ve onu sevmeye başlayan Paul’un trajik hikâyesidir. Film bol cinsel sahnelerle bu ilişki üzerine odaklanır. Film eleştirmenlerinin eleştirdikleri diğer bir konu da genç kız rolünde oynayan Maria Schneider’in ilk çekilecek cinsel sahneden haberdar olmamasıdır.

Bertolluci bu sahnenin doğal olmasını planlamıştır ve aktrise bu bilgiyi vermemiştir. Bu olay medyada büyük tepki doğurur, Maria Schneider ruhsal bunalıma girer, film bitiminden sonra Bertolluci ile ilişkisini keser. 2011 yılında kanserden ölen Maria Schneider 2007’de verdiği röportajda bu konuya açıklık getirir. Bu sahnenin okuduğu senaryoda yer almadığını söyler, film setinde tam çekime girilirken Marlon Brando ona şöyle söyler:

“Merak etme, bu yalnızca bir film.”

Çekim sırasında bunun bir kurgu olduğunu bilmesine rağmen gözyaşlarını tutamaz, kendini aşağılanmış ve tecavüze uğramış hisseder. Aynı röportajda kendi durumu ile Marlon Brando’nun durumunu karşılaştırır; Marlon Brando’nun otuz senelik bir sinema geçmişi vardır, Brando’nun diğer yer aldığı filmlerden izleyicide güçlü bir kişiliği oluşmuştur, oysa kendisi henüz çok gençtir, hiçbir önemli filmde rol almamıştır, izleyiciye yabancıdır. Doğal olarak izleyici filmdeki kızla onu özdeşleştirmiş, bu da onu yaralamıştır.

Bertolucci’nin 5 saat 15 dakika uzunluğundaki 1977 tarihli ilk epik filmi “1900” de İtalyan solunun doğuşunundan1945’e kadar yaşadığı (yaklaşık kırk beş yıllık) serüveni anlatılır. Büyük bir çiftlikte köylü ve efendinin aynı gün oğulları doğar. Biri komünist, diğeri “mal sahibi” olacaktır. Filmde sınıf mücadelesinin panoraması verilir. ABD’de vizyona girdiğinde bir saatten fazla kesintiye uğradı; film ABD’de ancak 1991 yılında orijinal versiyonu ile izlenebildi. Başarıların yanında başarısızlıklar da geldi.

1979 yapımı oğluyla ensest ilişkide olan bir kadının öyküsünün anlatıldığı “La Luna” çoğunlukla kötü eleştiriler aldı ve gişede başarısız oldu.

Bertolucci, Çin’in son imparatoru Pu Yi’nin epik hikâyesi “The Last Emperor” (1987) ile büyük ölçekli filmlere dönerek önemli bir atılım yapar. Pu Yi’nin otobiyografisine dayanan film, çocuk hükümdarın hayatı üzerinden Japon istilasını ve Komünist devrimi anlatır. Film, Çin Halk Cumhuriyeti’nde çekildi. Bertolucci’nin uluslararası itibarını geri kazanmasını sağladı. Birden fazla Akademi Ödülü’ne aday gösterildi.

En İyi Yönetmen Ödülü dâhil dokuz akademi ödülü kazandı ve en fazla ödül kazanan film oldu. Filmi çekmeden önce iki yıl boyunca birçok kez Çin’e gitti. O ülkeye ve insanlarına büyük bir yakınlık duydu.

Çin’in kültüründen öyle çok şey öğrenir ki, çok az şey bildiğini anlar. Filmi çekerken, “Son İmparator” taç giydiğinde kaç yaşındaydı?” diye ona sorduklarında dört bin demek gelir içinden. Çünkü Çin’in geçmişi en azından o kadar geriye uzanır.

“Son İmparator” gibi iddialı ve büyük bütçeli filmin ardından bir sonraki filmi “The Sheltering Sky”, on yıllık bir süreç içinde batı ve batılı olmayan kültürler arasındaki çatışmayı işliyordu; iyi kadrosu ve güzel çöl manzarasıyla göz kamaştırsa da eleştirmenler Paul Bowles’ın romanının zayıf bir uyarlaması olduğunda hem fikirdiler. 1994 yılı filmi Küçük Buda, ölmüş lider Lama Dorje’nin ruhunun bir çocuğun (Keanu Reeves) bedeninde yeniden hayat bulması üzerine kuruluydu.

“Stealing Beauty”de (Çalınmış Güzellik, 1996) yasak aşk ilişkisine odaklandı. Anne şairdir, baba ortadan kaybolmuştur, anne kızının babasını aramaktadır. Bir sahnede anne günlüğünü yazmaktadır, perdeye şu satırlar yansır:

“Onun sırrını taşıyorum/yıllardır derinlerde/içimde sakladım/ve şimdi buradayım/gerçeği açığa çıkarmak için.”

Bir genç kızın öyküsünü, olgunlaşmasını, onun yaşamı, sevgiyi, cinselliği tanıma deneyimlerini yansıttı.

Betolucci, 2000’li yılların başlarında da yönetmenliğini yaptığı “The Dreamers” ile adından söz ettirmeyi başardı. 1968’de Paris’te okuyan genç bir Amerikalı’nın, bir Fransız erkek ve kız kardeşi ile kurduğu arkadaşlığa odaklanan 2003 tarihli filmin arka planında ’68 Paris öğrenci ayaklanmaları yer almaktaydı.

Bertolucci, filmlerinde metaforik bir anlatım tekniği sergiler. Belgeselci yanı ise, “Son İmparator”da Yasak Kent’in her köşesini didik didik ederek, tanıtarak gösterdi.

“Çölde Çay”da, dakikalarca süren “sessiz” çöl sekansı unutulamaz. Uzun metraj çekecek para bulamadığı dönemlerde belgesel çalışmalara yöneldi. Kamera tekniğinde, yükselip alçalan vinç çekimlerini kullandı. Oyuncularının hareketini bir noktadan bir noktaya takip etmesi ile kendi bakış açısını yansıttı.

Kamerasının gözlemci tarzı, alan derinliği kompozisyonu ve görüntüleriyle kendi sinema dilini yarattı. Filmlerinde insan ruhunun ve zihninin çözümlemesine odaklanan yönetmenin filmlerinin ayırt edici özelliği Marksist siyaset, Freudcu psikanaliz, derin sanat sevgisi ve cinselliğe yaptığı vurgudur.

Kariyerinde yaklaşık 20 filme imza atan Bertolucci “En İyi Yönetmen” Oscar’ını kazanan ilk İtalyan yönetmen olarak da sinema tarihine geçti. Venedik Film Festivali’nde 2007’de “Altın Aslan”, 2011’de Cannes Film Festivali’nde de onur ödülü almıştı. Bernardo Bertolucci’yi 2010 yılının sonunda başlayıp 2011 başına dek süren ve sanatçının filmlerinden görsellerin yer aldığı retrospektif sergisini (The retrospective “Bernardo Bertolucci”) MoMA üstlendi.

Her ölüm haberinden sonra bir eksiklik duygusu beni yoklamaya başlar, yeniden o kişiyi belleğimde anımsamaya yönelirim.

Hele böyle büyük ustaları yitirdiğimizde insanlığın bir tarafının eksik kaldığını düşünürüm.

Çünkü sanat, tıpkı hayat gibi, hiçbir zaman kendini tamamen ele vermez; bu yüzden ölen büyük sanatçılar çekiciliklerini sürdürmeye devam ederler. Haydi, bir Bertolucci filmi izlemeye var mısınız?

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın