Yaptığımız uzun süreli olsun, kısa küçük yolculuklarımız olsun hepsi de büyük yaşam yolculuğumuzun birer parçasıdır kuşkusuz. Her yolculuk içinde barındırdığı serüven ne olursa olsun bizi yeniden biçimlendirir. Bu yolculuklar başlı başına bir uğrak, bir konaklama yeri gibidir, kendi içimize. Ve her bir serüvende başka bir kimlikle çıkarız dünyaya. Öyle ki, eve geri döndüğümüzde bambaşka bir görüş alanı açılmıştır içimizde. Yolculukları zaman karşısında diri kalmanın yolu olarak görürüm; kendini tazelemek, kendini keşfetmek, kendini gözden geçirmek için değerli anlar olarak görürüm. Ne kadar büyüsek, ne kadar olgunlaşsak, ne kadar yıl kat etsek de, yine içimizdeki çocuk bir yerlerde keşfedilmeyi bekler.

Son gittiğim Kapadokya gezisinden ben böyle duygularla eve döndüm. Çünkü daha önce aklınıza bile getiremeyeceğiniz büyüleyici atmosferi ve doğal güzellikleriyle hayranlık uyandıran bir coğrafya içinde bulunmak insanı etkiliyor. Kapadokya metrekarelerce genişliğinde bir alana yayılmış, sizi büyülemeye başlıyor. İlk anda duyduğunuz şaşkınlık kısa zamanda hayranlığa dönüşüyor. Karşınızdaki manzarayı suyun ve rüzgârın yarattığına inanmakta güçlük çekiyorsunuz. Bu dünyada değil de, başka bir dünyada olduğunuzdan kuşku duymaya başlıyorsunuz peri bacaları arasında dolaşırken.
Kapadokya’ya gitmeyeli ne uzun zaman olmuş… Kapadokya’ya ilk defa doksanların ortasında gitmiştim. Daha sonra dünyanın pek çok yerini gezdim. Kapadokya’nın sihrini hiçbir yerde görmedim. Bu kadar değiştiğini, gelişip güzelleştiğini bilmiyordum.

Doğal güzelliğinin yanı sıra otelleri, restoranları, kafeleri ve yapılabilecek aktiviteleri ile çok keyifli ve dolu dolu vakit geçirebileceğiniz bir yer olmuş. Sabah trafiğinin olmadığı, dünyanın en özel vadilerini ve sıcak hava balonlarını izlemek bile burada olmanız için yeter de artar bile. Kapadokya’nın metropol insanlarına sunduğu birçok şey var elbette ama belki de en kıymetlisi huzur.
Kapadokya, gerçekte yanardağların yeryüzüne armağanı. Oluşum öyküsü milyonlarca yıl önce aktif birer yanardağ olan Erciyes ve Hasan Dağı’nın püskürttüğü lavların kilometrelerce öteye yayılıp soğumasıyla başlıyor. Bu tüflerin rüzgâr, yağmur ve sellerin etkisiyle aşınması taştan şapkalarını başında taşıyan peri bacalarını yaratmış. Kolay kazınan tüf yüzeylerini oyan insanoğlu, kendisine evler, kiliseler ve yeraltı kentleri yaparken coğrafyayı tarihle buluşturmuş. Hititler, Frigler, Medler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Pontuslular, Selçuklular ve Osmanlılar bu tarih buluşmasının sahnesine çıkan uygarlıklar.

Kapadokya, Anadolu’nun tam ortasında, Nevşehir ili merkezde olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerinin bazı bölümlerini de içine alan bölgede yer alıyor. Kapadokya bir şehir değil, Nevşehir’e bağlı bir bölge. Kapadokya bir rüya. Hangi yoldan giderseniz gidin, gördüğünüz anda nefesinizi kesiyor. Bu dünyadan değil de Mars’tan gibi. Bir acayip işte! Görülecek o kadar çok yer var ki, bir defa gittim, gördüm diyemeyeceğiniz çok geniş bir alana yayılıyor. Gezerken her an tercih yapmanız gerekiyor, Zelve mi? Paşabağ Vadisi mi? Ortahisar’a mı? Uçhisar mı? Kaymaklı mı? Derinkuyu mu? Ihlara mı? Açıksaray mı? Mustafa Paşa mı? Avanos mu? Ürgüp mü? Göreme mi? Bu liste uzayıp gidiyor…

1960’lı yıllarda Fransız turistler ufak ufak gelmeye başlayınca, öncelikle ev pansiyonculuğu dediğimiz sistem devreye girmiş. Otobüsler gelirmiş Ürgüp’e, belediye hoparlörden anons yaparmış işte, “Üç otobüs turist geldi. Evine almak isteyen gelsin” diye. Tabii öyle her yerde otel yok, bir Büyük Otel var, o kadar. Belirli bir ücret karşılığında insanlar evlerinde ağırlarlarmış turistleri o dönem. Sonra tabii, ihtiyaç üzerine, Kapadokya’nın yükünü çeken oteller ağırlıklı olmak üzere Ürgüp’te inşa edilmeye başlanmış. İşte bir doğa olayının içine doğduğu ve varoluşunu sürdürdüğü bu coğrafya bütün ruhuyla dünyaya açılmış olur.

Göreme meydanın o büyülü atmosferinde köy kahvesinde oturup bir kahve içmeyi doğrusu hiçbir şeye değişmem. Aynı şekilde Kızılırmak’ın en güzel panoramik manzarasına sahip Avanos sizi alıp başka bir dünyaya götürüyor. UNESCO Miras Listesi’ne alınan Göreme Açık Hava Müzesi gün batımını izlemek için enfes bir nokta. Paşabağlar, Rahipler Vadisi, zamana tanıklık eden Uçhisar Kalesi… Aksaray sınırı içindeki dünyanın ikinci büyük kanyonu olan manastırlarla dolu Ihlara Vadisi ayrı bir dünya. Kapadokya’nın güneybatı ucunda, içinden Melendiz Nehri geçen bir masal diyarı. Üzüm bağları ile meşhur Güvercinlik vadisi. Eski zamanlarda haberleşme aracı olarak kullanılan güvercinler bölgede uzun yıllar korunmuşlar ve sadece güvercinler için bir büyük barınma alanı inşa edilmiş. Güneş batımında seyrine doyum olmayan Kızıl Vadi ve seyir terasları, balon turları…

Ve insan azmini ispatlayan yeraltı şehirleri… İçine girdiğinizde ürpermekten kendinizi alamayacağınız Derinkuyu ve Kaymaklı yeraltı kentleri. Yeraltı şehirleri o yıllarda insanların canını, ailesini korumak için birlik olup neleri inşa edebileceğinin, doğayı ihtiyacına göre nasıl şekillendirebileceğinin müthiş bir örneği. Mühendislik açısından da tam bir şaheser. Yeraltı şehirleri insanların sürekli yaşamak için değil, düşman akınlarından saklanmak için bulduğu geçici bir çözüm. Bir kaç gün saklanmak, hayatta kalmak için yapılan yerler. İçeride mutfak, ahır, tapınak yerleri var. Bu şehirler keşfedildikten sonra, başka toplumlarca yaz aylarında serin olduğu için ahır olarak veya ısısı elverişli diye şarap üretimi için kullanılmış.

Yapılan araştırmalarda 1984’ten bu yana UNESCO Dünya Kültür Mirasları Listesi’nde yer alan Kaymaklı yeraltı şehrinde beş bin kişi barınabiliyormuş. Şu anda yukarıda nasıl bir şehir varsa yer üstünde bunun aynısı bu yeraltı şehrinde var. Şu ana kadar yapılan çalışmalarla ortaya ancak sekiz kat ortaya çıkartılmış. Fakat daha kazısı yapılamayan ve devam eden en az bu sekiz katında altında bir on kat daha aşağıda bulunduğu uzmanlar tarafından kesin olarak belirlenmiş. İnanılmaz bir şey bu, düşünün ki, yer altında bulunan on sekiz katlı bir apartman yaratmış bir uygarlıktan söz ediyoruz.

Derinkuyu yeraltı şehri ise Nevşehir’e 29 kilometre uzaklıkta. Bir rastlantı sonucu bulunmuş. 1965 yılında genel restorasyon çalışmalarından sonra hizmete açılmış. Hititlerin, Romalıların, Bizanslıların oturduğu bu geniş kompleks Hristiyanlığın ilk zamanlarında saklanma ve gizli ibadet yeri olarak kullanılmış. Daha sonraları ise 6. ve 7. Yüzyıl’da başlayan Arap akınlarına karşı halkın sığınağı olmuş. Bir ve ikinci katlarda misyoner okulu, vaftiz yeri, mutfak, ambar, yatak odaları, yemek odaları, şarap mahzenleri, ahırlar var. Üçüncü ve dördüncü katlarda gizlenme yerleri ve silah depoları var. Günümüzde dahi kullanılan havalandırma bacaları ve tüneller, yerin sekiz kat altından bağırdığınızda yerin üstünden bu sesi çok rahat bir şekilde duyunca bu uygarlıklara hayranlıkla şaşkınlık arasında tuhaf oluyorsunuz. Bu yeraltı şehrinin bir başka özelliği de, koridorlarda belli aralıklarla konulan kalınlıkları 50-55 santimetre, boyları 170-175 santimetre ve ağırlıkları 300-500 kilogram arasındaki taş kapılar. Kent baskına uğrarsa kaçan halk bu sürgü taş kapılar ile koridorları kapatıyor ve daha aşağıdaki sığınaklara kaçıyor. Bu taş kapıların açılması da mümkün değil, ancak içeriden açılabiliyor, o da dışarıyı görebilmek ve durumu anlayabilmek için. Yine ilgi çekici bir özellik taş kapıların kayalarının sertliği ile yeraltı şehrinin kayalarının sertliği arasındaki fark. Yapılan araştırmalar taşların farklı olduklarını göstermiş. Yeryüzünde yapılıp bu yeraltı şehrinde indirilmiş. Uzmanlar bunun nasıl yapıldığı konusunda hala bir ipucu bulamamışlar.

Müthiş bir teknik ve mimari düşünce daha. Elli iki adet hava bacasının bulunduğu Derinkuyu’da bacalarının derinliği 70 ile 85 metre arasında değişiyor. Bunların dipleri su kuyusu olduğundan bütün katlara buradan hava sağlanabiliyor. Bu bacalarda bulunan suyu buranın halkı 1962 yılına kadar kovalarla çekip içebiliyorlarmış. Daracık koridorlardan geçerken şehrin haç şeklinde yapılmış kilisesi çıkıyor karşınıza. Kilisenin tam karşısında üç sütunlu bir konferans salonu bulunuyor.
Bu gezi süresince yapabileceğiniz en heyecanlı deneyim balon turları. Balonlar Göreme kasabasının çeşitli yerlerinden havalanıyor, siz balonun içinde olmasanız da onlarla birlikte hop oturup hop kalkıyorsunuz. Sabah uyandığınızda gökyüzünde onlarca balonu peri bacalarının arasında süzülürken seyretmek muhteşem bir duygu. Aman tanrım, o ne manzara. Otelin terasına çıktım; sabah yedi suları ama bütün teraslarda fotoğraf-video çekenler. İnanın balonda olmak kadar, Göreme’de olmak da güzeldi. O yüzden söylüyorum, eğer balona binmeyecekseniz, mutlaka Göreme’de kalmalısınız. Eğer Göreme’de kalmıyorsanız mutlaka balona binmelisiniz.

Peki, bu doğa harikaları nasıl oluştu? Bu bölgenin günümüzden 60 milyon yıl önce iç deniz olduğu varsayılıyor. Harekete geçen yer kabuğuyla birlikte yer altında bulunan lavlar, oluşan çatlaklardan dışarı çıkar ve milyonlarca yıl sürecek bir süreç başlar. O zamanlar birer volkanik yanardağ olan Hasan Dağı, Erciyes ve Güllü Dağ ile lavlar yeryüzüne doğru püskürmeye başlar. Çok uzun yıllar süren bu lav akışı denizi kurutur ve kuruyan denizin bulunduğu bölgedeki çukurlar lav ile dolmaya başlar. Uzun yıllar sonra yanardağlar söner ve peri bacalarının oluşumunda akarsular görev almaya başlar. Sertleşen lavın üzerine akan sular kayayı aşındırıp derin vadiler oluşmasını sağlar. Vadilerin yamaç kısımları ise rüzgârın aşındırmasıyla dalgalı bir görünüme sahip olur. Lavların katmanlardan oluşması ve esen güçlü rüzgâr peri bacalarının baca kısımlarının oluşmasını sağlamış. Bugün hâlâ rüzgârın ve yağmur sularının şekillendirmesiyle değişim devam ediyor.

Otele döndüğümde, güneş görünmez olmuştu ama ışıltısı hala sürüyordu; doğada olan her nesne birer karaltıya dönüşmüştü. Gökyüzü değişimin tüm renklerini sergiliyordu. Ufukta altın rengi bir şerit, sonra saydam bir mavi, derken daha yoğun bir mavi, açık mavi, derken gecenin laciverdi, birer birer yanan yıldızlar ve sonunda henüz solgun ama her şeyin üzerinde parlayan bir ay göründü. Bu gösteri her gün yinelense de seyretmekten ve hayranlık dolu bir şaşkınlık duymaktan hiç bıkmamışımdır.

O gece göz kapaklarımın arasından günün kırıntılarını topladım. Gün içinde derin düşüncelere daldığım benzersiz bir zaman geçirmiştim. Ne çok medeniyetle tanışmıştım. Gördüğüm manzara karşısında zihnimdeki yansımaları çağrışımlar düzeyinde işliyordu. Bir an durup, derin bir biçimde düşündüm. Kumsallardaki sayısız kum tanesini; dünyanın tüm sularını oluşturan sayısız su damlasını; dünyadaki sayısız kaya parçacığını, yeryüzündeki sayısız ağacı, kucak dolusu çiçeği, dünyadaki sayısız yaprak yaprak açan ilkyazı, yaprak yaprak yağan güzü, yaşam formlarını ve bu dünya üzerinde doğan sayısız ruhu düşündüm. 0 anda, yeryüzünün kusursuz bir dünya olduğunu ve o dünyanın bizi çevrelediğini ve bizden içsel gözümüzü açmamızı beklediğini düşündüm. Evren ile bilinçli bir temas kurmanın bizi, içimizdeki ışığı bulmanın bir yolu olduğunu sezebiliyordum. Doğa görkemini, evrenin dilinin güzelliğini bir kez daha kanıtlıyordu. Ey, en bilinmeyen, en kavranmayan, en dile getirilemeyen doğa, ben sana aitim ve sonsuza kadar sana hayran kalacağım. O anda yaşadığım yumuşak, dingin sessizliği sözlerle ifade edemem. Bir çocuğun gülümsemesindeki büyü ya da gün batımının olağanüstülüğü gibi yaşamın küçük zevklerinin en önemli şeyler olduğunu anlamıştım.
Doğayı anlamamı sağlayan şeyin onun bana verdiği huzur ve mutluluk olduğunu anlayacak kadar tabiatın koynunda, onunla iç içe, baş başa bir zaman geçirmiştim. Gerçekten de böyle seyahatlerle ruhumun zenginleştiğini, içimin genişlediğini anlayabiliyordum. Evet, Kapadokya’nın kendine özgü bir büyüsü vardı ve ben bunu yaşamıştım.
Related Images:
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.