Hepimiz kendimizce yaşanabilir bir dünya kurma peşinde değil miyiz?

Eylül başlarının sabah serinliği altında kışı karşılamaya hazırlanıyorum. Eylül ayları, yaz aylarının son demleri… düşen, bakırlaşmış güz yaprakları, günlerin kısalması, karanlığın erken çökmesi… Hepsi de kışın habercileri. Kışla birlikte panjurların yarıklarından belirsiz, ölgün bir aydınlığın gölgeleri arasından sızan ışık yarıklarının aşırı griliği ile güne uyanmaya çabalayacak, şehrin ilk uğultularını algılamaya çalışacağız… Gelen kışla beraber bir kez daha o bildik hızlı ritm başlayacak – gün, hayat, kaçar yeri olmayan koşuşturmacalar…

Bütün yaz gezdik, eğlendik, sıra geldi kışa hazırlanmaya. Yazın manav tezgahlarını süsleyen nice ürün Eylül geldi mi o bereketini aratırcasına sahneden çekilmeye başlar. Yazın eve giderken yolumuzun üstündeki manavda kese kağıdına doldurduğumuz bu ürünler sonbaharın pastel renkleriyle birlikte bize veda etmeye başlar. Mis gibi domatesler, ev yapımı çeşit çeşit turşular, anne kokulu tarhanalar, salçalar, reçeller, erişteler hepsi kış için stoklanmaya başlar.

Eylülde içimde o kadar çok şey dalgalanıp köpürür ki, düşüncelerim o kadar farklı yönlere gider ki… İtiraf edeyim ki, Eylül ayı geldi mi, biraz nostaljiye kapılır, hüzünlenirim. Bir bakıma Eylül hüzün ayıdır. Sayfiye keyfi yaşanmıştır. Yeni bir dönem başlayacaktır. Bazen rüzgara kapılmış uçuşan yapraklar gibi hissetmem belki bu yüzdendir.

Sayfiyede iseniz yazın keyfine diyecek yoktur! Sayfiyede tek bir ağacın yarattığı büyü muhteşemdir. Yaprakların kımıltısı, evde oluşturduğu ışık oyunları, çirkinlikleri örten bir panjur gibi, nasıl gizem katıyor hayatımıza. Akasya çiçek açtığında hanımeline benzer enfes bir kokusu vardır, annem “gelin gibi” derdi, uzun süre çiçekte kalır ağaç, ağaç da çocuk gibi sevinir, eve bir güzellik katar. Ağaç basit bir imge. Ama hayır, basit olamaz asla. Bir ağaç beni nasıl bu kadar alıp götürür, diyorum kendime. Ağacın önünden her geçişimde içimden hangi duygular geçtiyse, hangi katmanlar uyandıysa, doğada ne kadar zenginlik varsa, hepsi o anda canlanıveriyor.

Daha dün ağustostu. Açık pencereden gelen taze esintiyle beyaz pamuklu perdeler hafifçe kabarıyordu, püsküllerindeki ahşap boncuklar pencere pervazına değdikçe çıkan tıkırtı, masal dinleyen bir çocuk gibi hayal dünyasına götürür beni. Akşamları çoluk çocuk hep birlikte nasıl da güleriz, kahkahalarla güleriz, öyle çok güleriz ki gözlerimizden yaşlar gelir. İnsanın içini yumuşatan bir erinç havasıdır yazlıktaki günlerimiz. Günü şenlendiren, yüreği ferahlatan, içinde kır havası esen uçarı günlerdir. Gürültülerin, kaygıların, koşturmaların olmadığı anlardır. Yaşama duyulan şükrandır, sadece yaşamış olmak için bile her zahmete değerdir!

Eylül ayında yaz bitmiş, bitiyordur ve yeniden kent yaşamıma dönüş yolculuğu başlayacaktır. Yaz bitmeden yaşadığım çevrenin dışına çıkmaya çalışır, oradaki güzellikleri keşfetmeye çalışırım. Gezgin olmayı becerebilmek, bir gözlemci, bir seyirci olarak yaşamın içine karışabilmek büyük keyiftir! Yaşama farklı bakmak, hayatı alışılmadık açılardan görmek sevinç kaynağım olmuştur hep. İnsanların kalabalık yalnızlığında kendini kaybetmektir bu. Aynı zamanda bir tür özgürlük sembolü de diyebiliriz. Baudelare’in tanımladığı “flaneur” yani “şehir gezgini” olmak başlı başına bir zenginliktir. Dünyanın melankolisiyle boy ölçüşmeye hazır, kulağı tetikte, karşılaşmalara açık kişi olarak tanımlıyorum ben şehir gezginlerini. Yani “flaneur” hepimizden bir parça taşıyan biridir. Hem neşeli hem hüzünlü olma hali hepimizde var. Küreselleştikçe büyüyen, büyüdükçe canavarlaşan bu dünyada hepimiz kendimizce sınırsız, evrensel ve yaşanabilir bir dünya kurma peşinde değil miyiz?

Bu hafta yolum Çeşme Germiyan Köyü’ne düştü. Çeşme Ilıca’dan Ildır istikametinde giderken, Ildır’a iki kilometre kala Germiyan levhasından sağa dönüp 4 kilometre ilerleyince Germiyan köyüne varıyorsunuz. Germiyan’a gitmem tesadüf eseri oldu, gittiğime, gördüğüme de değdi doğrusu. Hepinize hararetle öneririm. İlginç bir köy Gücüsüermiyan… Öncelikle Türkiye’nin ilk slow food köyü… Bir diğer ilginç yanı, amatör ressam Nurdan Erden’in köyünü güzelleştirmek için evlerin duvarlarına resim yapması. Nurdan Erden gibi bir insanı tanımak ve yaptığı resimleri görmekten gurur duyuyorsunuz. Bir Nurdan Erden her köye gerek, şu koskoca yeryüzünde bir Nurdan Erden daha yok. Belki vardır, belki yoktur; bilemem. Dünyanın ötesinde berisinde öyle insanlar yaşıyor ki, insanların içinden öyle güzellikler çıkıyor ki, insan onları tanıdıkça gurur duyuyor.

Evrene göre mini minnacık, insana göre koskocaman gezegenimizde kimin nerede neler yaptığını bilmek kolay olmuyor. Kimi değerleri tanımak, bilmek, öğrenmek çoğu zaman bize nasip olmuyor. İletişim çağında yaşadığımızla böbürlensek de yine de yeryüzündeki iletişim ağları sınırlı, ancak dünyayı bize iletilen haberleşme organlarından izliyoruz; örümcek ağına benzer bu haberleşme sisteminde bize kimi tanıtıyorlarsa, ona değer verip yüceltiyoruz. Oysa her insan kendi içinde bir muamma. Nurdan Erden’in resimlerine bakınca dünyanın bize tanıtılan dünya kadar olmadığına inancım pekişti, ulaşabildiğimizden daha büyük bir dünyamız var. Kendi yaşadığımız çevre bile bizim tanıdığımızdan daha büyükmüş ve benim yolum Germiyan’a düşmeseymiş ben böyle bir yüce gönüllü insandan haberim olmayacakmış. Bulunduğu yere hayat veren bu kadın saygı duyulacak, eli öpülecek, örnek alınacak bir insan.

Bir zamanlar çobanlık yapmış 55 yaşındaki Nurdan Erden artık tarımla uğraşıyor. Zeytin sayesinde geçimini sağlıyor. Pazarlara çıkıp ekmeğini kazanıyor. Pazardan kalan zamanda da alıyor fırçasını eline köy evlerinin duvarlarını boyuyor. Önceleri köylüler çok yadırgamışlar, zamanla alışmışlar, onlar da beğenmeye başlamışlar çizimlerini. Hatta, “Bizim evin duvarını neden çizmiyorsun?” gibi sitem edenler de olmuş. Koca köyden bir kişi istememiş çizmesini, Nurdan Erden “Ev senin, duvar benim” deyip çizmeye devam etmiş. Bunun dışında hep olumlu tepkiler almış. Artık hemen hemen herkes evlerinin duvarına resim yapmasını istiyor ama tek şartı var: duvarını badana etmeyene resim yapmıyor. Yalnız çiçek resimleri değil, klasik Türk motiflerini de duvar resimlerinde kullanıyor.

Trakya Üniversitesi Halıcılık mezunu, Halk Eğitim Merkezi’nde eğitmenlik yapmış. İlk olarak sandalyelere resimler çizerek başlamış, sonra gerisi gelmiş. Kısa süre sonra geniş çevrelerce tanınmaya başlamış. Sosyal medyada çok fazla takip edilip, çizimleri paylaşılınca 2012 yılından beri dünyanın çeşitli ülkelerinden sanatçıların katıldığı Mural İstanbul Fuarı’na 2017 yılında o da katılmış.

Nurdan Erden verdiği röportajlarda yaptığı işi “çizik” olarak adlandırıyor, yaptıklarının resim olmadığını, resmin çok farklı bir sanat dalı olduğunu vurguluyor. Çizimlerinin ana teması ise doğa. En çok çiçek resimleri yapmayı sevdiğini söylerken duygularını şöyle dile getiriyor:

“Doğada yaşıyorum ve doğa ile iç içeyim. En çok da çiçek çizmeyi seviyorum. Çünkü çiçekler herkese mutluluk veriyor. Ben de duvarlara bakan insanların mutlu ve huzurlu olmasını istiyorum.”

Özgürlüğüne düşkün Nurdan Erden, çizimlerini doğaçlama yapıyor.Nurdan Erden sanatın gizini keşfetmiş. Öğrendiği bu gizi kimseyle paylaşamayacağını, hiç kimseye anlatamayacağının da bilincinde olmuş. Ve o günden sonra içindeki sanatı sevmeyi öğrenmiş.

Mutluluğun toplumsal olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız toplumla olan ilişkilerin oluşturduğu karmaşık ağ mutluluğun en önemli unsuru. Hiçbirimiz bir ada değiliz. Aristoteles’in ünlü önermesine göre insan sosyal bir hayvan olduğuna göre… Nurdan Erden’in çevresine daha nice güzellikler katacağına inanıyorum.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın