Bütün yaz gezdik, eğlendik, sıra geldi kışa hazırlanmaya. Yazın manav tezgahlarını süsleyen nice ürün Eylül geldi mi o bereketini aratırcasına sahneden çekilmeye başlar. Yazın eve giderken yolumuzun üstündeki manavda kese kağıdına doldurduğumuz bu ürünler sonbaharın pastel renkleriyle birlikte bize veda etmeye başlar. Mis gibi domatesler, ev yapımı çeşit çeşit turşular, anne kokulu tarhanalar, salçalar, reçeller, erişteler hepsi kış için stoklanmaya başlar.
Eylülde içimde o kadar çok şey dalgalanıp köpürür ki, düşüncelerim o kadar farklı yönlere gider ki… İtiraf edeyim ki, Eylül ayı geldi mi, biraz nostaljiye kapılır, hüzünlenirim. Bir bakıma Eylül hüzün ayıdır. Sayfiye keyfi yaşanmıştır. Yeni bir dönem başlayacaktır. Bazen rüzgara kapılmış uçuşan yapraklar gibi hissetmem belki bu yüzdendir.
Sayfiyede iseniz yazın keyfine diyecek yoktur! Sayfiyede tek bir ağacın yarattığı büyü muhteşemdir. Yaprakların kımıltısı, evde oluşturduğu ışık oyunları, çirkinlikleri örten bir panjur gibi, nasıl gizem katıyor hayatımıza. Akasya çiçek açtığında hanımeline benzer enfes bir kokusu vardır, annem “gelin gibi” derdi, uzun süre çiçekte kalır ağaç, ağaç da çocuk gibi sevinir, eve bir güzellik katar. Ağaç basit bir imge. Ama hayır, basit olamaz asla. Bir ağaç beni nasıl bu kadar alıp götürür, diyorum kendime. Ağacın önünden her geçişimde içimden hangi duygular geçtiyse, hangi katmanlar uyandıysa, doğada ne kadar zenginlik varsa, hepsi o anda canlanıveriyor.
Daha dün ağustostu. Açık pencereden gelen taze esintiyle beyaz pamuklu perdeler hafifçe kabarıyordu, püsküllerindeki ahşap boncuklar pencere pervazına değdikçe çıkan tıkırtı, masal dinleyen bir çocuk gibi hayal dünyasına götürür beni. Akşamları çoluk çocuk hep birlikte nasıl da güleriz, kahkahalarla güleriz, öyle çok güleriz ki gözlerimizden yaşlar gelir. İnsanın içini yumuşatan bir erinç havasıdır yazlıktaki günlerimiz. Günü şenlendiren, yüreği ferahlatan, içinde kır havası esen uçarı günlerdir. Gürültülerin, kaygıların, koşturmaların olmadığı anlardır. Yaşama duyulan şükrandır, sadece yaşamış olmak için bile her zahmete değerdir!
Eylül ayında yaz bitmiş, bitiyordur ve yeniden kent yaşamıma dönüş yolculuğu başlayacaktır. Yaz bitmeden yaşadığım çevrenin dışına çıkmaya çalışır, oradaki güzellikleri keşfetmeye çalışırım. Gezgin olmayı becerebilmek, bir gözlemci, bir seyirci olarak yaşamın içine karışabilmek büyük keyiftir! Yaşama farklı bakmak, hayatı alışılmadık açılardan görmek sevinç kaynağım olmuştur hep. İnsanların kalabalık yalnızlığında kendini kaybetmektir bu. Aynı zamanda bir tür özgürlük sembolü de diyebiliriz. Baudelare’in tanımladığı “flaneur” yani “şehir gezgini” olmak başlı başına bir zenginliktir. Dünyanın melankolisiyle boy ölçüşmeye hazır, kulağı tetikte, karşılaşmalara açık kişi olarak tanımlıyorum ben şehir gezginlerini. Yani “flaneur” hepimizden bir parça taşıyan biridir. Hem neşeli hem hüzünlü olma hali hepimizde var. Küreselleştikçe büyüyen, büyüdükçe canavarlaşan bu dünyada hepimiz kendimizce sınırsız, evrensel ve yaşanabilir bir dünya kurma peşinde değil miyiz?




Nurdan Erden verdiği röportajlarda yaptığı işi “çizik” olarak adlandırıyor, yaptıklarının resim olmadığını, resmin çok farklı bir sanat dalı olduğunu vurguluyor. Çizimlerinin ana teması ise doğa. En çok çiçek resimleri yapmayı sevdiğini söylerken duygularını şöyle dile getiriyor:

Özgürlüğüne düşkün Nurdan Erden, çizimlerini doğaçlama yapıyor.Nurdan Erden sanatın gizini keşfetmiş. Öğrendiği bu gizi kimseyle paylaşamayacağını, hiç kimseye anlatamayacağının da bilincinde olmuş. Ve o günden sonra içindeki sanatı sevmeyi öğrenmiş.
Mutluluğun toplumsal olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız toplumla olan ilişkilerin oluşturduğu karmaşık ağ mutluluğun en önemli unsuru. Hiçbirimiz bir ada değiliz. Aristoteles’in ünlü önermesine göre insan sosyal bir hayvan olduğuna göre… Nurdan Erden’in çevresine daha nice güzellikler katacağına inanıyorum.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.