Özlemek söz konusuysa, insanın elinde olmayan, kavuşmak istediği değerler söz konusudur. Bunlar elbette çok çeşitlidir. İnsanın özlediği ve değer verdiği şeye göre değişir. Sevgiliyi özlemek, ona kavuşmayı dört gözle beklemek, gün hatta saat saymak. Eskilerin deyişiyle vuslat ne yüce bir duygudur, hiçbir şeye değişilmeyecek kadar ulvi.
Her ne nedenle olursa olsun, özgürlüğü elinden alınmış kişinin özlemini kim anlayabilir, kim o kişinin iç dünyasını okuyabilir. Böyle bir insanın çevresi, dostları, arkadaşları ve sevdikleriyle kuşatılmış olsa dahi, onun içinde fırtınalar kopar, özlemin yarattığı fırtınalara, yeryüzündeki en gelişmiş sismografların dahi ölçmeye güçlerinin yetmeyeceği boyuttaki fırtınalar.

Okuldan eve gelince aynanın karşısına geçer dans eder, kendimden geçerdim. Eğer keyifliysem bir de şarkı tuttururdum. Küçüktüm, küçücüktüm… Böyle çocuksu gözlerle bakılınca, güzeldi dünya. Ay ve yıldızlar güzeldi, güzeldi, çiçek ve kelebek güzeldi. Çocukluğumun en güzel yanıydı, uğur böceklerinin uğur getireceğine inanmak. O günlerden bu yana ne çok değişmişim… Yaşamın her anı kendi özlemleriyle dolu; içinde o kadar çok şey dalgalanıp köpürüyor ki ve insan o kadar farklı boyutlara gidiyor ki… Oysa bölük pörçük düşünceler, kopuk kopuk düşünceler içinde çağrışımlarla eski günler nostaljiye dönüşse de yaşam bütün özlemlerimizi, mutluluklarımızı karşılayacak kadar kışkırtıcı.
Özlem deyince bunlar geliyor aklıma. Benim şu günlerdeki özlemim yaza, doğaya… Doğayı özlemişim… Denizi, güneşi, kumu… Yaz geldi geliyor derken temmuz başını yakalamışız… Rüzgârlar mevsimlere göre değişti, yapraklar yeniden yeşillendi, güller yeniden açtı. Her çiçek kendi rayihasıyla kendini tanıttı; doğa yenilendi.

Çeşme’deki yazlık evimize, bir şey unutup da dönen birisi gibi, geri dönüyorum şu an için. Biz oraya 1960’ta taşındığımızda ve epey sonrasında arka bahçemiz sadece tarla doluydu. Arka bahçemizden İzmir – Çeşme yolu görünürdü, otoyoldaki benzinliğin ışıklarını görebilirdik. Bu evi dört nesil yaşadı. 1980’li yıllarda çocuklarım tıpkı benim çocukluğumdaki gibi evin arka bahçesinden tarlalara geçerler, oradan yetişen bamyaları, börülceleri, domatesleri, acurları, salatalıkları toplarlar, bu işten de büyük bir keyif alırlardı. Onların toprakla ilişkilerini görmek biz ebeveynler için bir sevinçti. Tarlanın sahibi ile anlaşırlar, akşamüzerleri ara ara tarlayı sulamaya giderlerdi.
1980’lerde tarlalar satıldı, yapılaşma başladı, müstakil evler giderek daha çok yaklaşmaya başladılar ve sonunda siteler kuruldu. Bizler için bir kuşatmaydı. Bu kuşatma sırasında bizi ferahlatan tek bir şey vardı, yatak odasının penceresinin dibinden salınan karabiber ağacı. Tek bir ağacın yarattığı büyü muhteşem olabiliyor. Yaprakların kımıltısı, evde oluşturduğu ışık oyunları, çirkinlikleri örten bir panjur gibi, nasıl bir gizem katabiliyor hayatımıza. O tarlalar sonsuza dek içime gömülü.
Yıllarca içimde o dikili tarlaların yasını tuttum. Her fırsatta hayıflandım, kahır çektim, ama içimden özlemeye devam ettim. Sevdiğim bir insanı kaybetmekten farkı yoktu benim için. Hayallerimizle birlikte, o bahçede nefes alan hayatlarımız da çalınmıştı. Çeşme’nin yoğun bir yıkım ve yeniden yapım sürecinde çocukluğumun Çeşmesi’ni özlememem imkânsız. Çocukluğumun geçtiği, genç kızlığımda acı tatlı, birçok önemli ve kişiliğimi oluşturan deneyim yaşadığım, çocuklarımı büyüttüğüm, şimdi de torunlarımla beraber yaşadığım evime nasıl da derinden bağlı olduğumu hissetmiştim.
Doğaya ilişkin, kanıksadığımızı sandığımız en tanıdık imgeler bile her an yepyeni bir bakış açısıyla yenilenebiliyor. Yepyeni bir bakış açısı derinlik ve anlam kazandırıyor; her şey birdenbire yerkürenin var olduğu ilk günkü kadar taze oluveriyor. Doğa hiç bıkkınlık vermiyor; hiç usandırmıyor, her seferinde şaşırtmayı sürdürüyor…
Huzur veren, ruhu sakinleştiren, aklı dinlendiren doğayı yudum yudum tadarak keyfine varmak gerekiyor. Dinlenmiş, arınmış, yıkanmış hissediyorsunuz. İçimdeki güven ve huzuru uyandırıyor. Sanki sonsuza dek sükûnet içinde kalabilirmişim hissi ile doluyorum.
Doğa ile baş başa kalmanın bana yararı beni sahip olmadığım zamanlara taşıması, yalnız geçmişe değil, geleceğe de… Birdenbire yeni bir hayat, yeni bir başlangıç kazanmış gibi oluyorum. İnsan evrenle ancak böyle bütünleşiyor. Doğa tahmin ettiğimizden çok daha büyük, çok daha geniş ve çok daha uçsuz bucaksız.
Kısaca, doğa ile bütünleştiğim kısa zaman parçalarından birini yaşıyordum. Bir çiçeğin, yalnızca bir çiçeğin, bütün bir hayatı ele geçirdiği anlardan biriydi. Akıp giden günlerde öğrendiklerim çoğalıyordu. Hem öğrenmeyi bir sanat, bir yaşama biçimi haline getirmeniz gerekiyor. Bunun sırrıysa öğrenmenin aynı zamanda bir haz, bir zevk olduğunu anlamaktan geçiyor. Öğrenmenin hazzı olmadan insan tamamlanmıyor. Doğa ile baş başa kalmak büyümemin bir parçası. Doğayı tanımak bir ayrık otuna, kayaların arasında birdenbire boy veren yabani bir çiçeğe bakmakla başlıyor.
Çimleri yeni biçilmiş bahçenin kokusunu derin solukla içime çektim. Taze ot kokusunu hiçbir şeye değişmem. Doğada hiç bir koku bu kadar diri değildir. Yaşamdaki tüm zorlukları yumuşatan bir huzur vardı o an.
İnsana ve evrene ait ne varsa, hepsinin sınırlarını aşıp ötelere geçen bir akıştı bu, öyle derin. Ah, o iç dünyamız ile dış dünya arasındaki hayatın ikiye bölünmüş gelgitleri… Ve bütün ihtişamıyla yoluna devam eden dünya!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.