siyah bir kuzu yalnızlığı güdüyordu
ak sürüsünün içinde siyah
bir kuzu yalnızlığı
kavalı ne kentli ne köylü
kırık dalın hüznüydü
nasıl akarsa su
nasıl yağarsa yağmur
öylesine uzun soluklu
sevda izi sürmüştü bu güne değin
bunca birikimden sonra ancak
sevda vurur adamı ansızın
……………………………………………….
Çınar Çığ

Türkiyeli ve dünyadan birçok duyarlı insan Hasankeyf’in sular altında kalmasını istemiyor. Bu nedenle yıllardır birçok öneri üretildi. Gösteriler yapıldı. Bilimsel araştırmalar sunuldu. “Baraj yapılmasına karşı değiliz ama Hasankeyf’i de kaybetmek istemiyoruz. Bu nedenle barajın yeri değiştirilmelidir” denildi. Ne yapıldıysa olmadı.



Peki, biz neleri kaybedeceğiz? Anlatayım:
Uygarlığın beşiği olarak bilinen Yukarı Mezopotamya’nın stratejik kalesi Hasankeyf’in ilk konuklarının kimler olduğu bilinmiyor. Antik kentin üzerine kurulduğu kaya kütlesinin, Dicle Nehri ve onunla birleşen çevredeki küçük akarsuların 100 binlerce yıllık aşındırması sonucu oluştuğu düşünülüyor.
Hasankeyf’in tarihi belgelerde geçen ismi ise burada yaşayan topluluklara göre değişiklik gösteriyor. Süryanice kaynaklarda Hesna Kepha olarak geçen adındaki “Kepha” sözcüğünün, Süryanicede ‘kaya’ anlamını taşıyan “kifo”dan geldiği öngörülüyor. Arapça’da ise Hisn Kayfa olan şehrin adı “kaya hisarı” şeklinde çevriliyor. Hisn Kayfa adı sonradan kısaltılarak Hisn Kayf olmuş, Osmanlı egemenliği altında ise Hasankeyf şeklini almış.

Milattan sonraki ilk yüzyıllarda Hasankeyf, Bizanslılarla Sasaniler arasında zaman zaman el değiştirmiş. 4. Yüzyıl’ın ortalarında Hasankeyf’e sağlam bir kale yapan Bizanslılar, 7. Yüzyıl başlarına kadar buraya egemen olmuşlar.
Hasankeyf Ortaçağ’da da stratejik ve askeri önemini korumuş. Müslümanlar Hasankeyf’i Hz. Ömer döneminde M. 638 yılında ele geçirmişler. Halifeler dönemi ardından sırası ile Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Artuklular, Eyyubiler ve Osmanlılar buraya egemen olmuşlar.
Hasankeyf tarihi önemini, M.S. 1101 yılında buraya hâkim olan ve 130 yılı aşkın bir süre başkentlik yaptığı Artuklular döneminde kazanmış. O dönem ticaretin önemli bir kısmının nehir yoluyla yapılması nedeniyle, Dicle Nehri üzerinde bulunan Hasankeyf de ticari açıdan Ortaçağ’ın Bağdat ve Şam gibi önemli şehirlerinden biri haline gelmiş.
Artukluların buradaki egemenliğine 1231 yılında son vererek Hasankeyf’i ele geçiren Eyyübi Kürtleri, 1260’ta Moğol saldırısı ile karşılaşmışlar. Eyyubiler, 14. Yüzyıl’ın başlarından itibaren Hasankeyf’i yeniden yapılandırmaya başlamış. Birçok eserde imzası bulunan Eyyubiler döneminde tarihinin en parlak dönemlerinden birini yaşamış. Eserlerin her şeye karşın bir arada ve uyum içerisinde bugüne kadar kalmalarının en önemli nedeni ise, burayı ele geçirenlerin, kendilerinden önceki yapıları yıkmadan, yanına kendilerine ait eserler yapmaları, yine bu eserleri yenileyip kendi uygarlıklarına ait bezemeler ile süslemeleridir.
Hasankeyf, kalenin bulunduğu alanda yer alan Yukarı Şehir, Dicle’nin güney sahillerindeki sekilere yayılan Aşağı Şehir ve Dicle’nin kuzeyindeki sekilerde bulunan kent alanları ve mahalleler olmak üzere üç ana bölüme ayrılıyor.
Antik kentte bulunan 6 bine yakın mağaranın dışında insan eliyle yapılmış eserlerin her biri bir dönemin kültürü, yaşamı ve mimarisine ışık tutuyor. Dev bir kaya kütlesi üzerinde bulunan Kale, Kale üzerinde bulunan Eyyübiler’e ait Ulu Cami, Büyük Saray ve Küçük Saray, Taş Köprü, El-Rızk Cami, Sultan Süleyman Cami, Eyyübiler’e ait Koç Cami, Hasankeyf’in en önemli eserlerdir.
Hasankeyf’te ayrıca kime ait olduğu bilinmeyen tarihi kaya mezarlar, kaya evler bulunuyor. Ortaçağ’a ait üç üniversitenin kalıntıları, kiliseler, gizli geçitler, kale ve suyolları, yörede yakın zamana kadar tüm bölge buğdayının öğütüldüğü 30’u aşkın kayaya oyulmuş değirmen, eyvanlar var. Kaleden Dicle’ye inmek için kullanılan ve kayaların yontulması ile oluşturulmuş 200 basamaklı merdiven bulunuyor.
Hasankeyf, Hristiyanlık ve İslamiyet açısından da önemli bir merkezdi. İslami dönemde Yukarı Mezopotamya’da inşa edilen ilk İslami eserler var. 2 bin yıllık geçmişi olan eserlerin dünyada benzer örnekleri bulunmuyor.
Ilısu Barajı’nın Hasankeyf dışında sulara gömeceği tarihi yerler ise kamuoyunca çok fazla bilinmiyor. Oysa çevreciler ve arkeologların üzerinde en fazla durduğu konulardan biri de bu. Barajın etkileyeceği 37 bin 750 hektarlık bu alanda arkeolojik araştırma yapılması gerekirken, 1988-1991 yılları arasında yapılan araştırmalarda bu alanın sadece 7 bin hektarlık bölümü incelendi. İncelenen alan içerisinde ise 300’ü aşkın arkeolojik alan belirlendi. Bunlardan 83’ü barajdan doğrudan etkilenirken, diğer alanlar ise baraj gölünün aşındırma etkilerine açık olacak.
Bilimsel kaynaklara göre, Dicle kenarında bulunan ilk aletli tarımın yapıldığı yer olan alanda 100’e yakın höyük; Kalkolitik Çağ’a, Tunç Çağı’na ve en önemlisi Neolitik Çağ’a ait birçok bulguya ulaşılabilmesi açısından çok önemli. İlk çağlardan itibaren yerleşim alanı olarak kullanılan bölgede aynı zamanda İran, Arap Yarım Adası, Kafkaslar ve Anadolu arasındaki geçişi sağlayan çok sayıda geçit bulunuyor. Barajın yapılması durumunda insan türünün kökenleri, tarımın başlangıcı, çok sayıda uygarlığın ayak izleri ve maddi varlıklarına dair olağanüstü kanıtlar da sular altında kalacak.
İşte böyle kısaca özetledim yitireceklerimizi. Ben iki kez görme şansı yakaladım. Mutluyum. Hiç göremesem üzülürdüm. Çoban Ali kadar bile umutlu değilim. Her şey anılarda, fotoğraflarda ve yazılarda kalacak. Bir de kulaklarımda Çoban Ali’nin çığlığı kalacak. Hasankeyf’in ellerimizden alınmasına dayanamayan yüreğin isyan çığlığı.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.