Baudelaire’in Paris için söylediği gibi, “ne yazık bir kentin yüzü, ölümlü insanın kalbinden daha hızlı değiştiğine” göre, kente artık gökdelenler de dikiliyor. Gökdelenlerden edindiğim deneyim ürpertiyle karışık mimarlık sanatına duyduğum hayranlık olmuştur. Ayağımın altında devinen yaşama üstten bakıyordum. Soluğumu tutmuşum gibi- belki de sahiden öyleydi- içimde ağır bir boşluk duygusunda başka hiçbir şey hissedemeden bir süre oyalanmıştım. Terasın açıldığı tanımsız çayırlara, sonra bir ağaç öbeğine, onun ardında, dünyanın eğim yaptığı yerde hareketsiz minyatür varoşlara, en uzakta da toplaşan bulutların gerisinde güneşin kurşuni bir kargaşaya yol açtığı göğe karşı uzanmış mat mavi ve düz bir dağ sırasına bakmıştım… Uzak tepeler düş mavisi içinde titrek titrek parıldıyordu. Ufukta evlerin çatılarını ve daha ilerde ve yukarıda, bir serap gibi, durgun denizi görebiliyordum. Ve tabii denizin bir noktasında duran gümüş renkli küçük bir gemiyi de. O kadar yukarıda ve her şeyden o kadar uzakta olduğum için garip bir duyguyla doluydum.
Çok yüksekteydim, kent çok aşağılarda kalmıştı, o kadar uzaktaydı ki soluk gökyüzünün ve daha soluk denizin arasında bir soluk nokta gibi görünüyordu. Hani ova ortasında bir tepenin üzerine çıkarsınız, bakarsınız da ne tarafa dönseniz aynı sonsuzluğu, boşluğu yaşarsınız, kendinizi ya uçar ya da bir boşlukta kaybolmuş gibi hissetmeye başlarsınız ya, işte böylesi bir etki oluştu bende. Devasa binalarla dolu şehirde, o şehrin kargaşası içinde yaşayan ben miydim?
Yukarıdaki maviliğe bakmıştım. Göğün uzaklarda, çok uzaklarda olduğunu ilk kez görüyordum sanki! Bir an üstümdeki bu büyük boşluktan ürktüğümü hissettim. Boşluk mavi de olsa yine de bir boşluktu. O boşluk içinde kendimi minnacık, zayıf, çaresiz gördüm. Hayat birden anlamsızlaşıvermişti.
İnsanlık serüveninin tüm renkliliğini, içinde kucaklayan kent bizim kentimiz, İzmir’imiz. Kentimizin, biz İzmirliler’in de yaşamına sahiplenen yüzü olmasını istiyoruz, kendini ve köklerini unutmadan var olmak ister İzmir de. Bunca yıllık tarihini, kültürünü… Piyasa kurallarına boyun eğmeyi o da istemez. Değişimin içinde yer alırken kendini korumayı, o uçsuz bucaksız evrenin sonsuzluğu içinde narin, minik, mavi bir nokta kalmak ister. Yeterince kulak veriyor muyuz, İzmir’imize?
Leningrad’ı gezerken Nevski kaldırımlarının itinalı döşenişini, Neva Nehri üzerinde buz pateni yapanları hatırlıyorum, Kışlık Saray ya da İshak Kilisesi’nin görkemiyle şaşırmıştım. Piskaryovskaya Mezarlığı’nda dolaşırken insanı ürperten atmosferi, hiç unutmuyorum. Ama bu kentin savaşta brandalara sararak bombalardan korudukları, hasar görenleri özenle restore ettikleri için tarihi dokusunu bütünüyle korudukları eşi az bulunur bir kent olduğu için daha da belleğimde yer etmişti. Kente hayran kalarak ayrılmıştım. Orada hiçbir şey değişmemişti. Orası destansı direnişlerin kentiydi. Ya benim ülkemde?
Gazetelerde okuduklarıma hep beraber bir göz atalım. Ne dersiniz? Asuman Abacıoğlu, 5 Mart 2010 günkü makalesinde, “Şili depremi İzmir’i gökdelenler kentine dönüştürmek isteyenlere gerçeği gösterdi” diyerek yetkilileri uyarıyor. İzmir’in önemli bir bölümü deprem riski altında bulunuyor. Deprem haritalarında bütün kıyı kesimi kırmızı renkle boyanarak, yumuşak zemin nedeniyle en ciddi risk altında gösteriliyor İzmir. Birkaç gün önce 8.8 şiddetinde Şili’de meydana gelen depremden sonra televizyon programında konuşan uzmana, bu şiddette bir depremin İstanbul ya da İzmir’de meydana gelmesiyle oluşacak hasarın ne olacağı sorulunca, yanıt çok çarpıcı: “Taş taş üstüne kalmaz.” Vurgulanan nokta, eski yapılar bir yana yeni binaların da depreme dayanıklılık açısından yeterince ciddi bir şekilde denetlenmediği yönünde. DEÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Deprem Yönetim Başkanı Prof. Dr. Atilla Uluğ, Alsancak-Turan arasındaki 550 hektarlık alana gökdelenler yapılmasını öngören projenin gerçekleşmemesi gerektiğini söylüyor. Bu bölgedeki zemini “muhallebi gibi” diye tanımlıyor ve ne kadar kazık çakılarak yapılırsa yapılsın bu kazıkların “muhallebinin içine batırılmış kürdanlar gibi” olacağını belirtiyor.
Sizi bilmem, ama kentin vahşi büyümesi günümüzde yaşanan hiç bitmeyen ve giderek yükselen inşaat çılgınlığını görmek benim için ürpertici. Kent çamurumsu bir karmaşaya dönüşüyor. Binalar uzayarak devam ediyor. Bu kentte yaşayan ben miyim? Evet, benim, o halde ben bu kentte bir noktaydım, hayır bir noktadan da ufağım, ufacık ufacık bir varlığım, kent benden daha büyük, o her gün oburlaşıyor, oburlaştıkça beni yiyor, o obezleştikçe ben cılızlaşıyor, ufalanıyorum. Yaşam alanım da, imkânlarım da ortadan kalkıyor. Kentin korkunç ağırlığı ve hacmi altında gömülmüş hissetmek korkunç bir şey.
Aradan yedi yıl geçiyor. 30 Ekim 2017 de İzmir’in Konak ilçesindeki “Basmane Çukuru” olarak bilinen arazinin, satış ihalesi yapıldığını haberlerden okuyoruz. İkinci derece doğal ve tarihi sit alanı olan ve Kültürpark’a bitişik bir noktaya 67 ve 48 katlı iki bina yapılacağın, yapı içerisinde 420 konut, 170 adet bağımsız bölümden oluşan iş merkezi ve 40 adet bağımsız bölümden oluşan ticaret merkezinin yer alacağını öğreniyoruz.
İnşaatı 2020’de tamamlanması öngörülen proje için Kültürpark Platformu üyeleri, “Kentin kalbine hançer saplayacak” yorumunda bulunuyorlar. Kültürpark Platform üyesi Avukat Çiğdem Özbay, kentin bütününde yüksekliğin serbest bırakıldığını ve çarpık bir yapılaşmaya gidildiğini şöyle şu sözleriyle dile getiriyor:
“Buraya 100 bin metrekare bir imar varken, 240 bin metrekarelik bir inşaat tasarlanıyor. Bu tasarlandığında ve bittiğinde alışveriş merkezleri, konutları, tasarımları ile Basmane’nin tarihi ve doğal dokusunu bozacak. Her şeyin niteliği ve görünüşü değişecek. Hem de trafik yoğunluğu olacak. İnşaatın yanındaki arsalara emsal olacağı için buradaki bütün binalarda acayip bir yükseklik olacak. Bu yükseklikle Kadifekale’yi bile geçecek. Yani İzmir’in bütün simgelerini bozan bir durum var. Yani belediye ve iktidar tarafından verilen ruhsatlar, kenti yaşanmaz hale getirecek. İstanbul’un yaşayacağı kaosu iki yılda İzmir de yaşayacak.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Biz İstanbul’a ihanet ettik” sözlerini hatırlatan Kültürpark Platform üyesi Erol Çırak da, sadece İstanbul’a değil İzmir’e de ihanet edildiğinin altını çiziyor. Bu tür projelerin şehircilik ve planlama ilkelerine tamamen aykırı olduğunu, hiçbir alt yapı hazırlığı yapılmadan trafiği zaten keşmekeş olan bir noktaya, 68 katlı gökdelenler dikileceğini aktarırken bu gökdelenlerin ulaşım sorunundan kentteki diğer sorunları daha da tetikleyeceğini…
20. Yüzyıl’ın başladığı sıralarda dünya nüfusunun sadece onda biri kentlerde yaşamaktaydı. Aynı yüzyıl biterken durum çok değişime uğradı, yeryüzündeki her üç kişiden birisi hayatını kentlerde sürdürmeye başladı. Bu durum İzmir için de geçerliydi. İzmir 1950’li yıllardan beri, Türkiye’deki diğer kentler gibi hızlı bir göç almakta. Kentli profilinin değişmesine neden olan bu göç hareketi, kent sakinlerinin kentle ilişkisinin kopmasına neden oluyor.
Bir bakıma insanların yaşadığı mekâna yabancılaşması ve kendisini içinde bulunduğu ortama ait hissetmemesi günümüz insanın ruhsal dengesinin bozulmasına neden oluyor. Bu durum, her kentte olduğu gibi İzmir’de de yaşanıyor. Gökdelenler gibi yeni yapılaşmalar, hemen-hemen her kuşağın ürettiği kültürel birikimin bir sonraki kuşağa aktarılamaması, önlenemez bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Bu durum kentin hafıza kaybına uğraması demek. Üstelik kırdan kente göç olgusunun büyük bir hızla değiştirdiği kentli nüfus kompozisyonu da dikkate alırsak İzmir’in tarihsel birikim ve kimliğinin tamamen yok olacağını öngörebiliriz. Kentin doğasına ve kimliğine uygun akışın sağlanması, İzmirli’nin kentiyle kurduğu aidiyet ilişkisini koruması gerekmez mi?
Haberi okuduğumda gerçekten birdenbire içime saplandı sanki bir şey, ben olup bitenlerden hiç mi hiçbir şey anlamıyorum, vah bana, vah bana, dünyayı anlamıyorum ben ve bundan, yani sorunu bu şekilde dile getirmemdeki sıradanlığı, naifliğimi de anlayamıyorum. Bu yaşımda dünyayı az da olsa anladığımı sanırken kendimi fena halde ürkmüş hissettim. İşte, sadece bir şey anlamadığımı değil, hiçbir şeyden hiçbir şey anlamadığımın farkına varmış bulunuyorum. Üstüne üstlük anlamadığımı anlayınca, “Hah, işte şimdi anlıyorum” da diyemiyorum çünkü anlamadığımı anlamış olmama karşılık yeni bir bilgi edinmemiş, tam tersine o andan itibaren dünyayı düşündükçe dehşet verici bir karmaşayla yüz yüze buldum kendimi. Dünyayı o kadar derinlemesine düşünmeme ve anlamak için o kadar zorlanmama rağmen bir türlü başaramamış olarak derin bir hüzne kapıldım. Karmaşa giderek daha da anlaşılmaz oldu. O kadar ki sonunda, anlamak için o kadar zorlandığım dünyanın anlamının tam da o karmaşa olduğu hissine kapıldım. Demek ki, dünya benim karmaşamla aynı şey, işte tam bu sonuca varınca ve hala anlamak için direndiğimde kafamda bir acayiplikten başka bir şey hissedemiyorum.
Ev yapmak için dağları yarıp, ağaçları kesiyorlar. Suni, kurgulanmış, boşluğa adapte edilmiş bir dünya. İnsanoğlu için değer, fiyat, eder olgusu üzerine kurulmuş bir dünya. Hadi dışarı çıkalım biraz. Hava! Özgürlük! Evi geride bırakıyoruz, şehri geride bırakıyoruz. Bana çok fazla güvenmeniz gerektiğini söyleyemem ama korkmayın da. Şehrin evlerinin bitiminde kıra açılan şu sokaktan beni takip edebilir misiniz? Evet, evet, bu sokak. Ah, basamaklara dikkat edin. İşte bakın aydınlık, Dikkatle yaklaşın.
Ah şu uzakta görünen masmavi dağlar! Ben mavi diyorum, siz de mavi görüyorsunuz, değil mi? Anlaştık. Şu dağın eteklerini görüyor musunuz? Bakın nasıl da anlaşıyoruz. Ardından da bakın ne güzel bir vadi uzanıyor. Yeşil mi? Sizin için de benim için de yeşil. Hayret verici derecede anlaşıyoruz. Bakın şu çimenlere… Şehir orada, uzakta. Şu hoş serin havada dolaşmak ne harika, mavi göğün altında yeşillikler içinde. Gökyüzü berrak. Ah, güzel kırlar!
Ah doğa, kırlar! Ne eşsiz bir sükûnet değil mi? Bakın biraz gevşediniz. Nereden mi biliyorum? Sakinliğinizden. Sizin de burada hissettiğiniz tam bir huzur hali değil mi? Anlaşıyoruz, ne hoş. Size de öyle gelmiyor mu? Ve bu hissin kaynağı ne biliyor musunuz? Hiç lafı dolandırmadan söyleyeyim, bir şehri geride bırakmış olmamızdan kaynaklanıyor bu huzur. İnşa edilmiş, şekillenmiş bir dünyadan, evlerden, sokaklardan ve meydanlardan kaçış. Şehir geride kaldı. Kimseye faydası olmayan bir hırs ve telaş. İşte yine üstünüze bir zayıflık çöktü ve ardından hüzün. Anlıyorum, anlıyorum.
![]() |
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.