Anadolu’nun bereketli topraklarında, yurdun en batısında, Ege’nin incisi, İzmir’in gözbebeği, denizin, kumun, kaplıcanın diyarındayım. Yani meşhur Çeşme’deyim. Gündüzleri dalgalarla güneşin birleştiği, geceleri denizde ay ışığının oynaştığı, yıldızların göz kırptığı bu muhteşem tatil beldesinde bir yaz ortasını yaşıyormuşum. Hayret! Oysa iki aydır buradayım. İnsan inanamıyor. Bir başka yaz gelecek, yine silip süpürecek.
Yine Ağustos gelmiş. Yine incir sıcağı. Yine toprak güneş kokuyor. Yine bademler çatladı. Yine cırcır böcekleri caz yapıyor. Yediveren limon salkım salkım… Morlar, menekşeler, eflatunlar, vişneçürükleri beni yıllar öncesine götürdü. Çok uzun yıllar öncesine. 1980’lere döndüm. Eski Çeşme’ye, Alaçatı’ya… Yaz aylarının son birkaç yıldır değişmeyen magazin gündemini oluşturan Alaçatı ile ilgili hep düşünür dururum. Bir yan sokaktan diğerine açılan, gürültülü, sokaklarında dolaşırken. Sokaklarında müşterilerinin cafe-restoranların baştan aşağı kapladığı, mücevherin, bijuterinin, sanat galerisinin, antikacının vitrinlerinde bin bir çeşit malın sergilendiği, daracık sokaklarında, duralayarak, bir dükkândan öbürüne, prangaya vurulmuşçasına ağır ağır, devasa bir yükü sırtımızda sürüklercesine, birbirimize çarpa sürtüne, bir koridordaymışçasına yolumuzu açmaya çalışarak yürürken… Geceyi paldır küldür dışarıya, birkaç metre yukarıya fırlatan aşırı parıltılı aydınlığın altında mazgallardan, çukurlardan, çatlaklardan sızan Alaçatı’ya özgü bir yok oluş ruhuna tanık olurken… Nasıl da içim sızladı!
Güç geliyor, zor geliyor kırk yılı aşmış bir yaşanmışlık hakkında bir şeyler anlatmak. ?Zaten yaşam kendi başına bir yumak. Yaşam alıp götürüyor, savuruyor, dolanıyor; sen de ipin ucunu tutmak için çabalayıp duruyorsun. Yaşam dediğimiz bu yumağı çözmesi zor… Kolay mı eski günleri anlatmak!
Anıları nasıl hatırlarız? Anı nedir? Bilen, var mı? Her anımsadığımız, her anı diye sözünü ettiğimiz o zaman dilimi gerçekten yaşadıklarımız mıdır? Yoksa özlemlerimiz, düşlerimiz midir? Gün gelir anılarda kalırız. Yalnız onlarda. Bir zaman gelir anıları yaşatanlar da gider. Anılar da gider. Kimse hatırlamaz artık onları. Hepsi gider bir gün. Ne anı diye bir şey kalır, ne o anıları saklayanlar…
Ufacık bir ev. Önde avuç içi kadar bir bahçe, saksılarda çiçekler. Kapı önündeki sandalyelerde kadınlar günün olaylarını birlikte değerlendirir. Bu kadınlar her işi iyi yaparlar. Sağlıkları yerinde olsun olmasın, hiç ses çıkarmadan, göze batmadan, arı gibi çalışırlar. Havada asılı duran bir faziletin, bilgeliğin ve alışkanlıkların bizi büyüleyen görüntülerine tanık olurduk. Bir köylüde olması gereken tüm becerileri donanmışlardı. Her köylü gibi aylak ve dakiktiler. Düzenliydiler. Tasasız ve tedbirliydiler. Sormamayı, susmayı, istememeyi daha çocukken öğrenmişlerdi.
Çamaşır kokusu, sabah vaktinin kokusu, ibadetin kokusu yayılırdı sokaklardan. Duvara dayalı kapının ahşabı şişmiş, kabarmış, pırtlamış olurdu. Yağlıboyası pul pul dökülmüş. Orada yıllarca durmuş. Ne atılmış, ne onarılmış. Gelip gitmiş zamanın eziyetinden, yoksunluğundan konuşurdu kapı. Her gün biraz daha işe yaramaz oluşu onların da canını yakar mıydı?
Birçok resim, öylece, belleğimde. Daha dün, daha demin?
Küçük küçük gülen, peltek peltek konuşan, bir şeyler anlatan çocuk. Yaşı anlaşılmayan bir kadın. Elleri, parmakları titrek. Odada sandalye olmadığından somyanın kenarına ilişmiş. Evin hepi topu iki odası var; biri ufak, diğeri büyük. Döner bir tahta merdivenle birbirine bağlı. Parmak kalınlığında duvarları, başka komşuların oturduğu başka odalara bağlı. Bir karyola, tel bir dolap. Sağda solda evler. Perdeler aralanmış, irili ufaklı başlar dışarı uzanmış.
Pazar günleri evler kalabalık olurdu. Ellerinde iri baklalı siyah tespihlerle, tembel tembel esneyen, evlerin soluk pijamalı erkekleri pencere önlerine, uçları dantel işlemeli kılıflara geçirilmiş yastıklara dayanmış, sedirlere kurulup kahve içer. Ocakta için için kaynayan çaydanlıklar, bardak bardak yudumlanan çaylar. Eşikteki paspasın üzerinde boy boy ayakkabılar.
Adam işten dönmüş, bahçedeki tavuk kümesini onarıyordur. Ansızın çocuğunu çağıran bir kadın sesi duyulur.
Haldır huldur oradan oraya koşan çocuklar. Ufak bir kedi, merdivenin taş basamaklarından ağır ağır iner. Burnunuza bir kavun kokusu gelir. Gözünüz, odanın ortasına kurulmuş yer sofrasına ilişir. Geniş bir bakır sini üzerinde çukur bir tabakta taze fasulye, orda burada ekmek dilimleri, yerde de yarım bir kavun. Odanın bir köşesindeki büyücek bir sandık üzerinde yataklar, yorganlar dürülmüş bükülmüş durur; üzerlerine beyaz bir örtü yayılmış.
Ekili tarlalar, tarlalarda belleri bükük çalışan insanlar. Yol üstündeki evlerin pencerelerinde hercai menekşeler, patlıcan moru ve uçuk eflatun, her iki cinsin ortası kavuniçine çalan sarı. Terasa kahkaha çiçekleri tırmanırdı. Yeşil ve kalp biçim yaprakları vardı. Mor ve eflatun çiçekleri gün ağarırken açmış olurdu. Başörtülü yaşlı teyze kalkar kalkmaz daracık bahçe kapısından zorlukla geçer küçücük fonograf borusu çiçekleri açtı mı diye bakmadan güne başlamaz. Açmaları için ne gerekliyse yapılan, gün be gün sulanan çiçekler. Genç bir kadın. Yüzü ince ve solgun. Sizi görmezdi. Ona baktığınızı fark etmezdi. Derken menekşe güllerini yıkamaya koyulurdu, tek tek, yaprak yaprak, okşarcasına.
Uzayıp giden bu ara sokaklarda, tozlu kızıl kiremitlerde, kayınvalideyle halakızı ve öbür kızlar, ellerine kova, süpürge benzeri şeylerle evlerinin önünü süpürürler. Tüm ustalıklarını, hünerlerini ve görgülerini sokağın güzelleşmesinde açığa vururlar, büyük bir şevkle, kendilerini vererek çalışırlardı. İçlerinde kendilerine, insanlığa, insanlığın geleceğine ilişkin umutların gevşeyip çözüldüğünü duyumsardınız. O anda yeniden cızırdamaya başlayan caminin hoparlörü ile ansızın bir heyecan dalgası yürürdü evlere. Zaman ne çabuk geçmiş!
Yerde irili ufaklı saksılar. Sardunyalarla, begonyalarla, fesleğenlerle donatılırdı sokaklar. Çiçekler, bitkiler yaz boyunca pencere önüne taşınırdı. Yaz boyunca. Çiçeklerle uğraşmak alışkanlık mıydı? Yüreği dolduran bir coşkuydu elbette. Komşu duvardaki sarmaşık gülleri de yaz sevinçleriydi. Ağaçlaşmış azmanlaşmış kauçuğu, koncalaşmış menekşeleri kana kana içinize çekerdiniz. Taflanlar, gümüş ışıltılı yapraklarıyla defne ağacı, sonra zeytin, salkım söğütler. Itır, toprak, ot kokardı.
Daha dün, daha demin
Kiraz ağacı çiçeğe durmuş sizi karşılardı. Bahçede bin bir emekle yetiştirilmiş bir ağaç eve bir mobilya gibi yerleşmişti. Odaların kokusu öylesine leziz, öylesine besleyiciydi ki! Cacık, beyaz peynir, haydi bir de sarımsaklı patlıcanlı ezme. Bir de sıcak ekmeğin kokusu. Meyve bahçesinden tel dolaba giren kayısı. Bunun yanı sıra eriğin, çileğin, vişnenin kokusu ustalıkla damıtılırdı evde pişen kompostolara, reçellere.
Daha dün, daha demin
Bir başka dünyadan hazların sergilendiği bir mekândı eskilerin Alaçatısı. Mahalleler masumiyet beldesiydi. Camilerde siyasetin zerresi mevcut değildi. Radyonun başında dönerdi dünya. Rahat rahat oturmanın, havadaki güzel kokuyu solumanın, öğleden sonranın tükenmiş olan saatlerinin tek tek geçişini fark etmenin, gündüzün sıcaklığı giderek azalırken hazırlanmakta olan akşam yemeğinin kokusunun tüm mahalleye yayıldığı, sakin saatlerin birbirini izlediği bir mekândı. Alçak duvarlar boyunca salkım salkım mor ve kırmızı çiçeklerin uzandığı huzurlu bir ortamdı. Sıcak günlere özgü güneş ışığının tüm parlaklığını hissederdiniz. Bir de cırcır böcekleri… Onları unutmak olur mu? Yaz mevsiminin oda müziğini icra ederek küçük bir konser verirlerdi ziyaretçilere. Ağustos böceği yaz gününün özünü barındırır içinde. Ve hepsinden önemlisi, her an başımızın üzerinde kendini hissettiren o kocaman gökyüzü parçası.
Alaçatı’da herkes herkesi, hem insanları, hem de hayvanları o kadar iyi tanırdı ki! Öyle ki, yaşlı nine tesadüfen hiç tanımadığı bir köpeğin sokaktan geçtiğini görecek olsa, durmadan bunu düşünür, mantık yürütme becerisini ve boş saatlerini tümüyle bu akıl almaz olaya kafa yorardı. Hafif aralık duran panjurların ardında nice öyküler yaşanırdı.
Biz kentliler, boş yere, kopuk kopuk sözcüklerde, davranışlarda, seslerde, bakışlarda bu yaşantının dilini çözmeye uğraşırdık. Gözlerde, özellikle gözlerde, söze dökülmeyen boğulup kalmış ifadeler yakalardınız. Onlar bizlere yazlıkçılar derlerdi. Yaz başında geldiğimiz, güz başında kentlerimize geri gittiğimizi bilirlerdi. Kentin giderek çoğalan apartmanlarına, yine giderek çoğalan televizyon antenlerine döndüğümüzü… Yaşam telaşı içinde koşuşan, kaynaşan insanlara geri döndüğümüzü. Sel gibi akıp giden taşıtlara. Gözü onca yoran yapılara. Kesişen caddelere, sıra sıra otomobillere, meydanlara, köprülere, kentin karmaşık, kaygısız ışıklarına… Uçsuz bucaksız betonlaşmaya. Bir iki zavallı cılız ağaca geri dönerdik.
İşte, yine, hüzünlü bir anımsayışla yıllar yıllar öncesine gittim. Adına geçmiş dediğimiz. Biz ne kadar kopmamaya, bağlı kalmaya çalışsak da, kopuyor her şey birden, uzaklaşıyor, başını alıp gidiyor her şey. Yaşamın ilkesi bu değişim, bu devinim. Öyle değil mi?
Kırk sene öncenin anı kırıntılarından kurtulamamışım. Kim bilir, ne ayrıntılar, incelikler, duyarlıklar kaçmıştır dikkatimden. Metin Altınok’un Eskimek şiirinden şu dizeler geliyor aklıma:
Ne güzel anımsarız geçmişi, kendi yalanlarımızla…
Zaman geçip gittikçe, geçmişi anılarda mı güzelleştiriyoruz?
Kalmamış eski günden bir şey. Üç beş yıl öncesinin o Alaçatısı düşlere karışmış artık. Acaba Alaçatı da kendini çaresiz, kullanılmış, tüm değerleri elinden alınmış, çırılçıplak, hissediyor mudur? Haksızlığa uğramış, ona ait bir şey elinden çekip alınmış, sömürülmüş, kendini onca yakın hissettiği sokaklara güveni zedelenmiş… Bilemem. Garip bir şey, şu eski günler dediğimiz sözcük. Eski günlerin içinde yüzlerce anı var kıpırdaşan. Yıllar nedir zaten? Geçmiş zaman hem bize yabancı, hem bize yakın. Yaşanmış bir zaman parçası. Güçlü, derinden, tüm ayrıntılarıyla duyduğumuz bir geçmiş zaman parçası. Bizle yaşayan, bir yerimizde yaşayan, bizim bir parçamız.
Daha dün, daha demin…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.