Şeyh Galip “Bir baksan görürsün ki, yer gök, cehennem, cennet sende” sözleriyle açıklıyor bu durumu. Yeri göğü, cenneti cehennemi nasıl göreceğiz içimizde? “Bir bakmak yeter” diyor Galip. Hangi gözle bakacağımız önemli. Günümüzde bu duruma “farkındalık” diyoruz. Sözünü ettiğim farkındalık oluştuğunda üst bilincimize sağlıklı bir biçimde uyanıyoruz; bilincimiz alabildiğine genişleyip derinleşiyor.
Farkında mısınız, hepimizin dilinde aynı söylem dolaşıyor:
“Bir süredir karanlık bir çağa girdik. Hem dünyada hem de Türkiye’de.”
Yakınmayan yok gibi. Basından okuduğumuz haberlerde, televizyonda izlediğimiz görüntülerde yoğun bir şiddet, kan, sürekli gözyaşı var, yerinden yurdundan edilen milyonlar var. Günümüzde her ülke birbirine karşılıklı bağımlı hale geldi. Bir ülkede esen rüzgâr, öbür ülkeleri de etkiliyor.
Bu yaz çok sıcak geçecek… Şimdiden belli oluyor. Haziran ayı, ABD-Rusya ekseninde yeni çelişkilerle karşımıza geldi. ABD ve Suudi Arabistan önderliğinde Katar’a en büyük ambargo uygulanmasıyla birlikte hükümet Katar’da asker bulundurma kararı aldı. Sokaktaki insanın kafasında “Suriye’nin, Katar’ın başına gelen Türkiye’nin de başına gelir mi?” endişesi yükselirken, zeytinliklerin sanayi tesislerine açılmasına ilişkin yasa tasarısına yönelik tepkiler sürerken bir yandan yaşam akıp gidiyor.
Kimiz biz? Kalabalıktan biriyiz… Hep kalabalıkta… Hayatımız sıradan, kimsenin gözüne çarpmıyor, ama yaşamaya çabalıyoruz. Hayatın artık bize göre olmadığı, bizim gibilere olmadığı, o hayatın başka bir yerde olduğu gibi bir duygu var içimde. Bir yerlerde… bir şeyler oluyor işte. Böyle anlarda kendimi yeryüzünün en önemsiz varlığı olarak duyumsamam haliyle beni can damarımdan vuruyor.
Böyle düşüncelere daldığım bu Pazar gününden söz etmek istiyorum. Pazar keyfini yaşamak nedir? Bana sorarsanız küçük şeylerden keyif almak diye yanıtlayabilirim. Bazılarımız “Dünyada açlık var, savaşlar var, işsizlik var, yoksulluk var, sen hangi keyiften bahsediyorsun?” diye bana karşı çıkacaklardır hiç kuşkusuz.
Ben küçük keyifler derken şunlar geliyor aklıma: Yağmur yağdıktan sonra hissettiğim ferah toprak kokusu gibi güzellikler duymak, içtiğim çaya attığım karanfilin lezzeti gibi küçük değişiklikler… Sokaktaki küçük çocukların hiç bitmeyen sevinçli çığlıklarını duymanın mutluluğu gibi… Çocukların neşelenecek bir şeyler bulmaları gibi, gördükleri her şeyin tadını çıkarmaları gibi mutluluklardan söz ediyorum. Evimde yetiştirdiğim saksıdaki bitkileri sulamak veya uzaktaki bir dostuma sanki yıllar geçmemişçesine bir merhaba demek, o dostluğun hâlâ korunmuş olmasının sevinicini yaşamak gibi mutluluklardan söz ediyorum… Doğada yapılan bir yürüyüşten. Böceklerin, kuşların, otların, yaprakların, dalına yeni su yürüyen bodur ağacın, tüylenen meyvelerin, börtü böceğin kemirdiği toprağın sesini dinlemek gibi keyiflerden…
Haydi! Hiç durmayın, Pazar günleri içinizdeki olumsuz düşünceleri bir yana atma zamanıdır. Yaşamı farklı gözlerle bakmaya çalışmaktan, yaşamsal kaygıları bir tarafa itmekten söz ediyorum. İnsan iş hayatında, yoğun tempo altında çalışınca, bir süre sonra bazen öyle oluyor ki günlerce yaşama katılmadığını fark ediyor, yani kendiniz adına bir şey yapmamış olmaktan söz ediyorum. Dün sabah kendi kendime sordum, “Kaç zaman oldu kendine bir armağan vermedin, kendini şımartmadın?” diye. Hep başkalarından bekliyoruz şımartılmayı, önemsenmeyi. Kendimizi ihmal ettiğimizi, arzularımızı ertelediğimizin farkında bile değiliz. Asıl kendimiz kendimizi şımartmalıyız, kendimizi önemsemeliyiz. Diyeceğim kendimizi unuttuğumuz gibi, bu konuda kendi payımıza düşenleri de görmezden geliyoruz.
Bir insan isterse, yaptığı her şeyi, yaşadığı her anı sanat haline getirebilir. Yeter ki, kendi yaşamını önemsesin. Yeter ki, eşsiz bir hayat şansının içinde akıyor olduğunu hatırlasın. Yeter ki, saniye kıymeti bilsin. Madem buradayım ve yaşıyorum; yaşamıma değerini ancak ben verebilirim. Bana yakışan onu en kendim şekilde yaşamaktır. Yaşamak bu değil midir?
Kabul, dünya zor zamanlardan geçiyor. İçimizde bir şeyler soluyor, ağarıyor, kuruyor. Yaşamak üzerine, insanoğluna, sevmeye değgin, düşünce, mantık diye bellediklerimize değgin ne varsa altüst oluyor. Yaşama karışmak böyle bir şey. Oysa hepimizin gülmeye, biraz rahatlamaya ihtiyacı var. Yılmış, bıkmış insanlar. Kendini, derdini, dünyayı, memleketi bir süreliğine unutmak istiyor. Yanılıyor muyum?
Bu Pazar günü kalkar kalmaz attım kendimi sokaklara. İzmirliyseniz, Kordon’un Pazar keyfine diyecek yoktur. İzmir’in deniz manzarası eşliğinde Kordonboyu’nda bir gezintiye çıktım. Kafelerin birinde yaşlıca bir beyefendi vardı, arada denize bakıyor, arada kitabının sayfalarını çeviriyordu. İçim nedensiz bir sevinçle doldu, ben de yaşlanınca böyle olmak istiyorum dedim; güzel manzaraların eşliğinde kitap okumak, hele sevdiğiniz bir yazarsa…
Güneş ışığının değdiği her yeri selamlıyorum. Dünya dönüyordu güneşin çevresinde. Bense aydınlığı içiyordum yudum yudum. Güneşle çok uzaklardan konuşuyoruz. Ona ürettiği renkleri soruyorum. “Renkler bende” diyor. Renkler ve ben bir bütünüz. Vaat edilmiş bir cennette gezinircesine ruhum besleniyor, çiçekleniyor, tohumlarını saçıyor. Çiçeğe eğilip “Taç yapraklarının sayısı niçin bu kadar?” diye soruyorum hayretle. “Benle dünyanın gizemine dalacaksın” diye yanıtlıyor. Toprağa çizdiği şekilleri soruyorum. Zamanın sonsuzluğu içinde kozmosla bütünleştiğini söylüyor. Beni böyle kendimden geçirip kendine tutsak eden güneşin kutsal yolculuğunu izlerken ben de sunuyorum kendimi güne.
İçine bir cisim atıldığında suda oluşan halkalar gibi sonsuz çemberler çizen ışık yerleştiği her bölgeyi renklendirip kıpırdatıyor, doğayla kaynaştırıyor ve o çevreye serpilmiş gülüşler gibi parlıyor. Bizleri kaçak maskelerimizi fırlatmaya, sıçrayıp uyanmaya, onunla yuvarlanmaya çağırıyor. Aralarından binlerce ışık oyunu geçen bu renk cümbüşü Kordonboyu’nda yürüyüşe çıkan kadın erkek ve çocukların coşkusunda yansılanırken, onlar da yaşama katıldıklarının farkındalar mı acaba?
Çimenlerde düzensiz hareketleriyle dağılan kadın ve erkek siluetleri… Ağır aksak yürüyen, bir kaybolup bir görünen yaşlı bir adam… El ele tutuşmuş bir çift. Yürüyen iki erkek. Genç olanı arkadaşı konuşurken gözlerini bir noktaya dikmiş önüne bakıyor. Sessizliğe gömülmüş yaşlı adamın arkasında yürüyen iki yaşlı kadın. Yükselen ve parçalanan, yitip giden, kulakta kıvır kıvır dönen bir sır fısıldayan sesler… Bir kadın. Yanında yapışmış gibi duran iki küçük çocuk. Kendi kendine oynaşan, karnını güneşe vermiş köpek. Küçük çığlıklarla gülüşerek bir koşu tutturmuş, düştü düşecek çocuk. Bir sevdanın rüzgârında kaybolan sevgililer. Genç kız utangaç utangaç gülümseyip yere çeviriyor bakışlarını. Oğlan kızın ellerini avuçları içine almış. Aşkın fazla söze gereksinmemesi gibi… Çok daha fazla susabilirler… saatlerce… Deniz kıyısında oturmuş, gazetesini okuyan yaşlı bir adam, ürkütücü bir yalnızlık içinde.
Bir çift… Anne önlerinden koşan çocukların fazla uzaklaşıp uzaklaşmadığını denetlerken, babanın eli fotoğraf makinesine uzanıyor. Bir başka iki kişi… Orta yaşın doruklarında gezinen bir adam ve bir kadın yaşlarının baharını sürüyor, yaşlılık gelebilir, ayrılık gelebilir, ölüm gelecek.
Kayıp giden bir gün daha. Akıp giden su gibi parmaklarımın arasından.
İnsan yaşadığı semti sevmeli bu anlamda ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum bir kez daha. Her dükkâna, her vitrine baka baka eve döndüm. Diyeceğim hayattan bir gün çalmış gibi oldum, politik polemiklerden, politikacıların hepsi birbirine benzeyen sözlerini bir kenara ittim, şöyle rahat bir nefes aldım, kendim dışında hiçbir şeyi önemsemedim, bilgisayarımı da açmadım, sosyal medyaya da bakmadım. Ben kendi içimde, kendimle baş başa geçirdiğim bu kısacık zaman diliminde küçük keyiflerin mutluluğunu yaşadım. Siz en son ne zaman böyle küçük mutluluklar armağan ettiniz kendinize?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.