Eskürbacılar, mühim adamlardı canım. Herkesi tanırlardı, malı ucuza kapmak için diller dökerlerdi, sonra da aldıkları malları kendilerince değerlendirirlerdi. Giysiler bitpazarını boylar, eşyalar da yeni yeni işe başlayan antikacıların vitrinlerini süslerdi. Kim bilir, satın aldıkları eşyalar, aralarında neler konuşurlardı! Nasıl dertlenip, üzülürlerdi! Gözden ve elden düşmek kolay mı? Ne günler yaşamışlar, ne sevinçler, ne mutluluklar, ne acılar yaşamışlardı, o güzelim eşyalar.
Bir de hallaçlar vardı o yıllarda. Ellerinde devasa yay gibi bir aletle, eskimiş yatakları söküp, katılaşmış pamukları yumuşatır açarlar, sertleşmiş pamukları havalandırarak kabartırlardı. “Damgaççiii…” diye bağırarak mahalleden mahalleye geçen o roman vatandaşlarımız şimdi nerelerde? Ya da iki büklüm mallar altında sıra sıra merdivenleri çıkan hamallar… Yaptıkları işin ağırlığı ile yüz buruşturmalarla dalga dalga kalabalığa karışmalarını hiç unutamam.
1965 yıllarında, herkesin evinde telefon yoktu. Sadece orta hallilerin bile üstündeki insanların telefonu vardı. Bakkal telefon santrali gibi çalışırdı. Bakkal kimi zaman sevgililerin buluşması için mektupların saklandığı yer olur, kimi zaman bir kız gelin olarak istenecekse, soruşturma yeri olurdu. Yani namuslu bir aileden mi gelir, evlerine kimler gelir kimler çıkar, bakkaldan sorulur öğrenilirdi. Bir de onların sarı saman kâğıdından borç defterleri olurdu. Kabarık kabarık. O defter de hoşgörülüydü dar gelirlilere karşı.
Ya da bileyiciler, musluk tamircileri, lağımcılar, gazeteci çocuklar, mısırcılar, süpürgeciler, niyetçiler, seyyar kundura tamircileri… Soğuk kış geceleri bağırarak geçen tahin pekmezciler ve bozacılar… Kapı kapı at arabasıyla dolaşarak güğümleriyle süt satan sütçüler benim çocukluğumun görüntüleriydi. Sokak satıcıları mahallenin, sokağın ayrılmaz bir parçasıydı o günler. Ev hanımların kulağı belirli saatlerde onların kendine özgü çağırmalarını duyduğunda zamanı belirlerdi. Eğer o an musluk tamircisi geçiyorsa saat sabahın on biri olmuştur, süpürgecinin ise sokağa geliş vakti öğleni bulur. Böylece onların sesleriyle saat ayarı da yapabilir, yemeği ocaktan indirebilir veya öğle sofrasını hazırlayabilirdiler.
Hoş, 2017 yılı yaşadığımız bu günlerde sokağımdan, yine muslukçu, nayloncu, süpürgeci, soğuk kış geceleri bozacı geçiyor. Onların sokaktan geçişlerini duydukça eskittiğimiz, terk ettiğimiz nice alışkanlıklarımızı bize dile getirmekten başka pek bir işlevsellikleri de kalmadı. Ama sorarım sizlere, onlara günümüzde rağbet var mı? Yine de sokaktan geçmeye devam ettiklerine göre herhalde onları bekleyen müşteriler de olmalı.
Her insan kendi şehrinin başlı başına bir dünyasıdır. Çevremizdeki nesneler, düşlerimizdeki imgeler, anımsadığımız görüntüler hem bize hem de yaşadığımız kente ait değil midir? Bir şehri yaşamak, o şehri hissetmekle başlamaz mı? Ortak bir hayat sürmenin en iyi kanıtlarıdır, böyle ilişkiler. Böyle anlarda kent, yalnız bizim değil o alanın içine giren herkesin de mekânı olur.
Yaşayanların ölüleri ziyarete gittikleri, onların mezar taşlarında kendi ailelerinin soy ağaçlarını okudukları mezarlıklar gibi kent geçmişini dile vurmaz. Her çiziğinde, her oyma ve kakmasında, zamanın izini bulursunuz. Yaşadığımız yerde ne yaşanıyorsa… Gördüklerimiz arasında sona eren şeyler, bizde de sona ermiş oluyor.
Bellek denen şey ne zengin! Sürekli yineliyor göstergelerini. Yineledikçe kent bir kez daha belleğimde var olmaya başlıyor. Bir kenti kent yapan şey bunlar muhakkak. Kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişki. Anılardan akıp belleğime yerleşen bu görüntülerle kent genişliyor usumda. Bu gün düşündüklerim, annemin, anneannemin ve benim de tüm geçmişimizi içeriyor.
Belki o eski zaman yaşamları öncelikle, içinde barındırdığı kavramların ve olayların “şimdiki zaman” ile karşılaştırılması ve farkların ortaya konulması bakımından yararlı oluyor bize. Sonuçta eski yaşantı parçaları bize bugünümüzle bir karşılaştırma olanağı sunuyor… Eski yaşamlar dış görünüşleri itibarıyla bugünün koşullarımızla örtüşmese de, o anıları da yokmuş gibi düşünemeyiz. Şunu anımsamalıyız: Eski yaşamlar ne kadar “şimdiki zaman” ile bir bağ kurarlarsa kursunlar, tümü de kendi dönemlerinde var olmuşlar ve eriyip gitmişlerse de, bugünlerimizi yaratmışlardır. Bizim yaşam, ilerleme diye adlandırdığımız işte böyle olağanüstü değişken bir şeydir.
Bugün bu eski mesleklerin yok oluşu yüzünden titredi içim. Bir ah! Koyu bir karanlık çöktü üzerime, bir hüzün öylesine! Hayatımız tanıdıklarımız, tanımış olduklarımız ve tanıyacaklarımızla alabildiğine büyüyor, alabildiğine genişliyor. Daha kim bilir, neler, kimler girecek!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.