Kentli yaşamımızın ayrılmaz parçaları

İlkbahar, büyük ve sapsarı bir çalışmayla başlar. Her yeri ve her şeyi altın sarısı çiçekler kaplar. Milyonlarca minimini çiçek size göz kırpar. Bu alçak gönüllü ama güçlü filizlenmeler, yamaçların giysileridir. Kayaları sarar, denize uzanır ve sizleri şaşırtıverir. Her gün geçtiğiniz yollarda, varlıklarını ispatlamak ister gibidirler. Kışın hüzünlü olumsuzluğu altında öylesine ezilmişlerdir ki şimdi sapsarı bollukları, verimlilikleriyle, şımarık bir çocuk gibi, ne yapacaklarını bilmeden, her şeyi ve her yeri kaplamışlardır. İlkbaharın kalbi, sarıdan maviye, sonra kırmızıya, renk değiştirir. Bu küçük, bu adsız çiçeklerin sonu gelmeyen neşesi size de bulaşır.

Bir de böceklerin, kuşların, yaprakların, dalına su yürüyen ağaçların, tüylenen meyvelerin, börtü böceğin kemirdiği toprağın sesini duyarsınız. Doğa, hem tek başına hem de bir bütün olarak fazlasıyla söyler duymak isteyen kulaklara. Tıpkı kent yaşamı gibi.

Kent de insanları, doğasıyla ve tüm renkleriyle bir arada yaşar. Bir kent, yüzler, bedenler ve anılar kalabalığıdır. Örneğin İzmir’i düşünün. Zaman, geçmiş. Beş bin yıl olmuş! Hayır, hayır, çok daha eskilere tarihleniyor İzmir tarihi.

Yeşilova Höyüğü kazıları ilginç buluntuları ortaya çıkardı. Örneğin kil parçalarında çocuk ve kadın parmak izleri günümüze ulaştı. Kil parçalarının günümüzden 8.500 yıl öncesine tarihlendiği bildirilmekte. Bu kil topaklarının, çanak çömlek yapmak üzere yoğrulduğu düşünülmekte. Öte yandan yerleşim sakinlerinin hayvan yağlarını, kilden kaplarda fitil kullanarak yaktıklarını, bundan aydınlatmada yararlandıkları ortaya çıkarıldı.

Her şeyden önce insanın, Homeros, Hesiod, Anakreon ve Anaksoperes’in vatanında olduğu düşüncesi heyecan verici. İnanılmaz bir şey bu! Nice İyonyalılar, Helenler, Romalılar, Selçuklular, Osmanlılar! Müzeler bu işe yarıyor bence, zamanı korumaya, değil mi? Dünyayı, hayatı, varlığı, boşluğu anlamak konusunda İzmirlinin yolu çok uzun.

Kordonboyu’nda yürürken İzmir’de neyi sevdiğimi, bu kente niçin bu kadar bağlandığımı söyle bana, karman çorman say onları, hepsini söyle, hiç çekinmeden, aklına geldiği gibi sırala diyor iç sesim.
Düşünüyorum.
İzmir’de çatıların üzerinde bulut gibi gezinen martı sürülerini, balkonlarında asılı ipte kuruyan çamaşırları, ardım sıra peşimi bırakmadan arkamdan bana yetişmeye çalışan bohçacı kadınların o yaşam mücadelesi içinde bin bir lafla mal satma azmini severim. Eminim, siz de seversiniz. Bohçacı kadınların pervasızca eve girişlerini, sakız gibi yapışmalarını hayranlıkla izlerim.

Kendini hayatın akışına bırakmış serseriyi…
Kentin sessizliğinde yaşanan aşkı severim…
Evreni açıklayacak iki şey vardır, demiş bilginlerden biri. Matematik ve sevgi.
Aşk dedikleriyse evrenle kalbin nedensellik ilişkisi değil midir, sizce?
Aşk kişilerin ufkunu genişletir, dünya genleşip saydamlaşır, tüm doğayı teninizde hissedersiniz. Rüzgârların, hayvanların dilini anlamaya, renkler arasında saklanmış gizli renkleri, ara tonları görmeye, rüya yolculuklarına çıkmaya başlarsınız. Kâinatı dinlemeye, görünendeki görünmeyeni sezmeye, sesleri duymadan önce dinlemeye başlarsınız.

Yağmurdan kaçmak için duvar kenarına sığınan, titreyen yavru kediyi, esen rüzgârını, İzmir’ in imbatını… Perdenin bir kenarını kaldıran ve pencereden sokağı dikizleyen kadını…
Dışarıda tek başına duran, yağmurdan ıslanmış köpeği, bir uzun günün yorgunluğunu taşıyan temizlikçi kadını… Şerbetçisini, ayakkabı boyacılarını, sevimli bir tavşanla çocuklara niyet çektirenleri…
Başka?

Annesinin elinden sıkı sıkı tutan çocuğu kim sevmez! Doğruca annesine koşuyor, beş adım, yedi, on iki, diye sayıyor annesi. Uçurtma çatırdayarak yerinden kalkıyor. Bir metre kadar yükseliyor, sonra iki metre, mavi mavi parıldıyor, yükseliyor, kayıyor, eğri olarak kayıyor, gitgide yükseliyor.

İzmir Limanı’nda vapur düdüklerinin boğuk boğuk ötüşünü…
Denizin yeşil yağlı sularını perdeleyen gemi gölgelerini…
Yeryüzünün yürek damarlarına açılıp kapanan yük gemileri, kendi ritimlerinde soluk alarak gökyüzüne siren atışlarını…

Tüm kentler gibi, İzmir’in de yüreğinde bir yerde, bir düzen, bir tutarlılık vardır; yeterince dikkatli, yeterince sevecen, yeterince sabırlı olursak, onu ansızın yakalayabiliriz.

Daha neleri mi, kent yaşamı deyince? Hele bir düşüneyim.

Ha! Evet, bir de siyah saçlı, esmer tenli, renk cümbüşü giysisi içinde falcı kadınların çılgınlıklarını severim. “Çok uzun bir yaşam beni bekliyormuş. Kısmetim önceleri kapalıymış, fakat şimdi (üç vadede) açılacakmış. Sonsuz bir kısmet. Ne istersem yapabilirmişim. Dünyayı gezmeye bile çıkabilirmişim. İşte beni dünyayı bir başından öbürüne dolaşmaya çıkaracak çizgim, şu çizgim. Görüyor muyum? Bu çizginin yanında bir çizgim daha varmış. Ondan biraz daha kısa. İşte o çizgim benim aşk çizgimmiş. Yanımda çok yakışıklı bir delikanlı olacakmış. O beni çok sevecekmiş…”

Adımlarımı sayıyorum. Kordonboyu’nda gezinirken kaç adım attığımı, eve dönerken kaldırımda kaç tane çatlak olduğunu, kaç erkekle, kaç kadınla karşılaştığımı, bir elektrik direğinden diğerine giderken kalbimin kaç defa attığını, bir ağacın altından geçerken daldaki kuşun kaç defa öttüğünü…
Çok sayıda şundan, çok sayıda bundan…

Kent dedik, insanlar dedik, doğa dedik… Ama bir de zaman var. Saatler, dakikalar, hatta saniyeler anlaşılır şeyler, çünkü bir saatle ölçülebiliyorlar, fakat insanlar bir an, bir süre-hemen- bir çırpıda derken, ne kastediliyor? Zaman akıyor mu yoksa çok hızlı hareket ettikleri için, bize bölünmeyen dalgalar halinde birleşiyormuş gibi görünen durgunlukla-anlar- silsilesi mi? Yoksa her yere, her yöne uzanan ve içinde sonsuz bir denizi göğüsleyen yüzücüler gibi miyiz hayata karşı?

Şu an gökyüzünde milyarlarca yıl önce kaynaklarından yola çıkan ışıklar var. Ama gerçekten ışıklar mı var? Hayır, sadece sürekli olarak akan, her an hareket eden bir ışık var.

Günün ilk saatleri geçmiş bile…

Eski günlere gidiyorum. Kordonboyu’nda denizin kıyısında durmuşuz. Sevgilim diyor ki “Şu ilerideki dalgaya bak… Bak o dalga ne kadar güzel!” Ben de “Hangisi?” diye soruyorum. Daha sorumu bitirmeden yer değiştirmiş oluyor onun işaret ettiği dalga. “Bak artık söylediğin yerde değil. Artık uzağımızda değil o gösterdiğin dalga.” Giderek yaklaşıyor dalga. Gelirken elbet bir şeyler getiriyor yanında. Dalgaların kıyıya vurup parçalanmasını seyrediyoruz.

Sıcak kaldırımlarından yukarı bedenime tırmanan İzmir’in ritimlerini duyuyorum… Ağır ağır amaçsız bir kayıtsızlıkla yürüyen Kordonboyu’nun hafta sonu keyifli kalabalığı… Tüm bunlar hepimize hoş gelen kentin görüntüleri. Çünkü her şey öylesine olağan, kentli yaşamımızın öylesine ayrılmaz parçaları ki…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın