Pek enteresan, efsane bir geceydi. Hüzünlü, sevinçli, sorgulayan, özür dileyen, suçlayan, sitemkar binbir duygu dolaşıyordu yemek masasının etrafındaki kişiler arasında. Ama bunların hiçbiri sözlerle ifade edilmiyordu. Gizliden gizliye, kaçamak bakışlarla, gözlerden gözlere aktarılıyordu bu duygular. Gözlerle yapılan konuşmalar ve çaktırmadan bakışmalardan göz kaçırayım derken duyguların, asıl muhatabı olandan başka adrese kaydığı da oluyordu tabii. O nedenle, göz göze gelinen kişiler arasında birdenbire yersiz bir gülüşme, bazen donuk anlamsız boş bakışlar, ya da heyecan dolu tedirgin şaşkınlıklar yaşanıyordu.
Aslında herkes birbirinin duygularına, yaşam deneylerine çok uzaktı. Miadı dolmuş tedavülden kalkmış, demode olmuş, kullanım değeri kalmamış ama hala üzerinde unutulmuş hatıraların hüznünü taşıyan antika eşyalar gibiydi yüzleri. Varlıkları kayıp bir zaman içinde unutulmuş silik birer anı iken, bu gün bu masa etrafında kanlı canlı cisimleri oturuyordu. Ama konuşan kendileri değilde, ruh çağırma seansındaki konuşan ruhlar gibiydiler sanki.
Çok farklı hayatlardan, farklı şehirlerden gelen, yaşadığı ülkenin farklı zamanlarının hamuruyla yoğrulmuş kişilerdik. Kişilerin birbiriyle iletişim kurmak için kullandığı sözler, cümleler ortak yaşanmış bir hayatın ses olarak dile gelmesidir. İki gezegen arasında mesafesi gözle ölçülemeyen bir boşluktan diğerine seslenmek gibiydi ses iletişimimiz. Farklı dünyalarımızın dilini çözecek, o dili konuşacak, o dili konuşamayanla anlaşacak kadar vaktimiz de yoktu. Ancak yemek yenecek kadar süre içinde sohbet edilecekti. Şimdi bu insanların ortak bir dilde kendilerini ifade etmesi bu kısacık zamanda mümkün olabilir miydi? Ne yaşadığını, nasıl yaşadığını, duygularını, düşüncelerini karşındakine iletebilecek, o kişinin de seni anlayabileceği ortak bir dili bulmak için ne yerimiz uygundu, ne de zamanımız.
Söz ve ses ile konuşmanın mümkün olmadığı yerde ve zamanda gözlerle konuşmak, tam gaz gidilecek, geri dönüşü, dur durağı olmayan mecburi istikamet gibi çıktı karşımıza ! İyi de oldu. Yalansız dolansız tüm gerçekler göz bebeklerinin içinde saklıydı. Dilin yavanlaştırdığı, sıradanlaştırdığı söylemler, gözler konuştuğunda tam kalbe isabet eden, kör kuyulardan çıkarılan hikayelere dönüşüyordu.
Bir iki istisna dışında çoğumuz birbirimizi hiç tanımıyorduk. Yani büsbütün de yabancı değildik ama… Anne, baba, çocuklar, kardeşler gibi bir akrabalık vardı aramızda! Farklı zamanlarda, farklı mekanlarda, farklı hayatlar yaşayıp giderken, biz kayıp zaman yolcuların seyrüseferinde, garip bir tesadüf ile; çorak bir ovanın kıyısında, zaman dışı bir hanın açık yüksek kapılarından içeri girince hazır kurulu sofra etrafında bulduk birbirimizi.
Nevbahar Abla’nın yıllardır görmediği eski eşi, artık çoluk çocuğa karışmış olan evlatlarını görmek istemiş ömrünün son demlerinde. Ta Almanya’lardan haber ulaştırmış Nevbahar Hanım’a, olurunu alınca çıkıp gelmiş İstanbul’a. Aslında ikisi de birbirlerini çok seviyorlarmış ama işte… Ah o her on yılda yangın yerine dönen zamanları memleketin… Herkesin suçlu, her gencin “anarşik” hain sayıldığı karanlık günlerde “Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga” suçundan kanun kaçağına düşmüş, henüz çocuklardan biri bir, diğeri iki buçuk yaşındayken postu deldirmeden, kendini Almanya’ya atmış Namık Bey… Gidiş o gidiş. “Haymatlos” olmuş, yurduna, yuvasına dönememiş! Oralarda yeniden hayat kurup çoluk çocuğa karışmış… Ölmeden önce, çeyrek asırdan fazla zamandır yüzlerini hiç görmediği evlatlarını son bir kez görmek istemiş. Kendisiyle, geçmişiyle hesaplaşmak, kaybettiklerini görmek, işlediği suç ne ise onunla yüzleşmekti belki niyeti…
Nevbahar Abla’ya göre, aslında onun öncelikli hasretinin sebebi çocukları değil kendisiymiş, sırf eski aşkının ne halde olduğunu merak ettiği için çıkıp gelmişmiş Namık Bey! Tabi biz sonradan öğreniyoruz adamın ölümcül bir hastalığı olduğunu ve ölmeden önce helalleşmek için geldiğini… Nitekim birkaç ay sonra rahmetlik oldu o güzelim, yakışıklı Namık Bey. Allah için 60 yaşına rağmen, hala çok güzel, hem de akıllı bir sarışın olan ilk göz ağrısı, Nevbahar Abla”yı görünce, kalbine inme inecek kadar ruhu daralmış, babaları sağken, yetim bıraktığı çocuklarını görünce kucağına bile alıp sevememiş olmanın burukluğu da kalbini zayıf düşürmüş olabilir… İstanbul’da öğretmenken Nevbahar Hanım, TÖS’de (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ona aşık olmayan yokmuş vakti zamanında. Ah hele Namık Bey’in yakışıklılığı! Boy pos yerinde, bir de centilmen edası, İstanbul beyefendisi… Kont gibiydi kapıdan içeri girdiğinde. Politikacıların, zengin işadamların giyim kuşamı, ilk kez giyiyormuş gibi gayet şık yeni ayakkabıları ile göz dolduran bir zerafeti, ilerlemiş yaşına meydan okuyan bir yakışıklılığı vardı…
Erkek kardeşim, karısı babasını görsün diye, iki çocuğuyla birlikte atlayıp gelmişlerdi İzmir’den bir geceliğine apar topar. Devlette gizli bir görevi olduğu için ailesini hiç arayıp sormayan, gözden uzak, gönülden uzak Ankara’da yaşayan evlat da gelmişti o gece çocukluğundan beri bilinmez bir öfke duyduğu babasını görmeye. Yıllardır kendisine seçtiği yol nedeniyle dargın olan annesini ve kızkardeşini de görecekti bahane ile… Yani esasen anne, çocuklar, torunlar ve damadın kayıp baba ile ilk defa bir araya geldiği törendi bu buluşma. Benim orada bulunuşum tamamiyle dış kapının mandalı durumu! Nevbahar Abla’nın evinde tanrı misafiriydim. Kayınvalidesinin evinde kaldığımdan erkek kardeşimin haberi yoktu. Altı aydır kayıplardaydım. Nerede olduğumu da bilmek istemezdi aslına bakacak olursanız. Arandığımda, canım yengem yardımcı olmak için kardeşimden gizlice beni İstanbul’da yaşayan annesinin, yeni taşındığı evine yollamıştı. Ama bu sürpriz buluşma her şeyi altüst etti. Gece burada kalmadan tekrar gerisin geri dönecekler İzmir’e. Bir daha ne zaman nerede buluşacağız artık Allah bilir! Altı ay önce beni bulamayınca onu alıp götürmüşlerdi. Bir ay boyunca görmediği işkence kalmamış benim yüzümden. Oysa kendisinin hiçbir siyasi işe bulaştığı yoktu. Bütün siyasi davranışı seçimden seçime gidip oy vermekti. Arada ona bile üşendiği olurdu.
Ankara’dan gelen siyasi özel polisler demokratik kitle örgütlerin yöneticilerini topladıklarında kardeşimi de aynı hücreye koymuşlar benim yerime! İlk orada tanışmış bizimkilerle. Doktor, mühendis, sendikacı, kadın, gençlik örgütü yöneticileri… 20 metre karelik bir koğuşta ancak ayakta durabilecek kadar yer bulabilen 42 kişi! Ancak ayakta sığabiliyorlarmış koğuşa. Nöbetleşe çömelebiliyorlarmış. Üç hafta bunlar kimdir, nasıl insanlardır, neden buradalar sorularına yanıt bulan kardeşim, sonunda görevli polise ben yetkiliyle konuşacağım, dediğinde hem bizimkileri hem görevlileri pek şaşırtmış. Bir telaşla çıkarmışlar kardeşimi emniyet müdürünün odasına. Çaylar, simitler, sigaralar ikram edilirken haber salınan Ankara emniyetinden işkence uzmanı DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) soruşturmacıları da çıkıp gelmiş bu arada… “Anlat bakalım Erdem Bey” diye hevesle sorduklarında, kardeşim gayet rahat, kendinden emin ve devletin polisine yardımcı olmaya pek niyetli : “Bu insanlar gerçekten iyi şeyler yapıyorlar, bunlar anarşist, terörist filan değiller gerçekten, yanlışlık var bu işte. Yanlış yapıyorsunuz memur bey!” der demez dananın kuyruğu kopuyor tabi. Feci girişiyorlar… Epeyce zaman sonra iki polis kollarından yerde sürükleyerek kan revan içinde, kendinden geçmiş halde getirip, atıyorlar koğuştakilerin arasına kardeşimi. 15 gün sonra mahkemeye çıkarıldığında salınıyor ama her gün karakola gidip ben buradayım diye imza verme cezası kesiliyor. O nedenle gece kalmadan, gerisin geri İzmir’e dönecekler. Yazık karı koca onca gördükleri eziyete rağmen, hiç sitem etmeden bir kucaklaşmamız vardı ki, kardeşim ve yengemle; sanki Almanya’dan 25 yıl sonra gelen hiç görmediği babası değil de, benmişim gibi, sımsıkı sarıldığımız kollarımız zor çözüldü. Ne kardeşim sordu benim neden burada oluşumu, ne de gelinimizin babası ve ağabeyi günün mana ve önemine ilişkin davette bu alakasız misafirin varlığına şaşırdı…
Kısacası, herkes, belki bir daha bir araya gelme ve birlikte bir şey yaşama fırsatı olmayacağının farkındaydı. Daha önceden aramızda sözleşmişiz gibi, suya sabuna dokunacak bir mevzuya girmeden, tadımızı kaçıracak negatif bir cümle kullanmadan, kalplerde biçak yarası gibi kabuk bağlanmış yaramızı açıp göstermeden, sadece ve sadece hafızalarımıza tatlı bir anı kaydetmek için sualsizce sofrada yerimizi aldık.
Zeytinyağlı yer elması, barbunya plaki, çamfıstıklı iç pilav, etli yaprak sarması… Daha neler neler. Nevbahar Hanım, Namık Bey’in en sevdiği mezeleri döktürmüştü. Yeni rakı, kavun ve beyaz peynir de cabası… Namık Bey’in ardı ardına ezberden okuduğu Nazım Hikmet şiirleri, nihavent, kürdi-hicazkar makamlarından Türk sanat müziği şaheserleri eşliğinde, gözlerden gözlere, kalplerden kalplere yollanan yoğun duyguların fırtınası… Eteklerindeki bir çuval hüzünlerle gözlerde dolaşan ruhlara karşın, ortalık tam tersi seslerden, kahkahalardan, cıvıltılı seslerden geçilmiyordu…
Bu gece kimin kısmeti, kimin kederi, kimin sevinci, kimin endişesiydi acaba? Hiç belli değildi.
Bütün duygular birbirine karışmış durumdaydı: İlk kez babalarını gören kocamış çocukların hüzünlü, kırgın, buruk sevinci/ 25 yıl tek başına bir öğretmen maaşıyla iki evlat büyütüp, okutup, evlendirmek gibi hayatın ağır yükünü sırtında taşımış kadının sitemi/ ülkesini şu yada bu nedenle terk etmek zorunda kalmış, zaaflarına teslim olmuş bir babanın onulmaz derin acısı, pişmanlığı, kederi/ hiç suçu olmadığı halde, ablası yüzünden gördüğü işkence yarasının yeniden depreşmesi, yerini bilmekten duyduğu endişe, ama aynı zamanda ona sağ salim kavuşmanın sevinci/ kaçak görümcesini, kocasından gizli, annesinde saklayan kadının kocasına karşı mahcubiyet/, kendisi yüzünden onca işkence görmüş yine de gıkı çıkmamış kardeşi ile yüz yüze gelen genç devrimcinin hüznü, gizlendiği yerin açığa çıkmasından duyduğu endişe, ama aynı anda kavuşma sevinci/ yengenin Ankara’da ne iş yaptığı belli olmayan gizli resmi görevi ve de dolayısı ile ağabeyinden duyulan tedirginlik…
Kendilerinin yazmadığı hayatın, hırçınca koparılıp atılmış bir sayfası olarak birkaç saatliğine aynı yemek masası etrafında bir araya gelmiş bulunan bu insanlar, birbirleri arasında yaşanmış geçmiş zamanlara ait öfke, kin, sevgi, ihanet, sevinç, özlem, nefret, pişmanlık, hoşgörü, affetme, özür dileme gibi çuvallar dolusu söyleyecekleri sözleri varken, susmayı tercih etmişlerdi… Önceden sözleşmiş gibi gözden göze kalplerle anlaştılar.
Kaderin cilvesi denir ya, hiç bitmeyen sıkıyönetimler ülkesinde, sıkıyönetim yüzünden kopmuş, bir başka sıkıyönetim koşullarında yeniden buluşmuşlardı.
Öyle bir zamandı ki bu zaman, aynı sıkıyönetim gibi duygular da, sözler de kırpılmış, sıkıştırılmış, sisler içinde gizli ve kaçak olarak yaşanıyordu.
Kimin kime ne kadar güveneceği, kimin kimden ötürü ne kadar acı çekeceği, kimin kime kucak açıp kimin kimi arkadan hançerleyeceği belli olmayan yine bir sıkıyönetimli sıkıntılı hayatın yorgun savaşçılarıydılar. Herkesin çaresiz aynı çürük gemiye bindirildiği, azgın dalgalı denizlere salıverildiği bir dönemdi. Güvenli bir kıyıya ne zaman varılacağı belli olmayan, varıldığında da kimlerin sağ salim karaya ayak basacağı bilinmez bir yolculuktu bu…
Burada yaşanan zamanı bu kadar kıymetli kılan şey neydi? İyisiyle kötüsüyle bu kabullenişin neydi sebebi? Yaşanan acıların zaten yaşanmış geçmişliği mi, daha da beterini yaşama olasılığının hala var oluşundan mıydı bu değer bilmeler? Bir daha asla yaşama şansı olmayacak, elden kaçıp gittiğinde asla tekrar geri gelmeyecek bu anı dibine kadar, iliklere kemiklere sindire sindire doyasıya yaşamak arzusuydu belki de!
Yemek masası etrafında her birimiz, hangisini yaşamakta olduğumuzu seçemediğimiz acı, hüzün, keder, sevinç, pişmanlık, mutluluk, nefret duyguları arasında mekik dokuyan gözbebeklerimizin buğulu derinliklerinde dolaşıp durduk içli şarkılar eşliğinde…
İşte ne olduysa artık, nerde koptuğumu hatırlamıyorum.
Sabah başımda midemde korkunç bir ağrı. Baş ucumdaki komedinin üzerinde sıcak çay, çay tabağında bir lokma ekmek ve peynir. Açık pencereden içeri girip usulca dolanan havanın tatlı, yumuşak, serin esintisi yüzümde.
Dün gecenin içki ve o güzelim yemek kokularından eser yok. Evin içinde derin bir sessizlik. Zaten akılda tutulacak, ortada gezecek, havada asılı kalacak ne bir söz, ne de bir cümle kullanılmıştı dün geceki efsane yemekte. Kulaklarımda yer eden şiirler, şarkılar yarı hüzün yarı sevinç karması duygusal bakışmaların buğusu içindeyim hala… “Acaba ben rüya mı gördüm?” diye düşünürken, Nevbahar Abla’nın sesi ile kendime geldim. “Kuzum sen ilk defa mı içtin, ikinci kadehi bitirmeden başladın herkesten özür dilemeye” diye kapıda dikilmiş, gülerek soruyor, “Neydi o özür dilemeler? Hiç kimse anlamadı, şarkılardan şiirlerden fırsat bulup da soramadık niye özür dilediğini”…
Öğlene kadar yattım. Bol bol su içtim, bir fincan sıcak çay ve bir lokma ekmekle kendime gelince kalktım bir duş aldım. Nevbahar Abla’nın gençliğinden kalma somon renkli şık ipek bluzu altına, çektim yegane servetim siyah pantolonumu, çelik yüksek topuklu bej renkli ayakkabılarımla da artık ben ben değildim… Şık ve zarif, kendimden başka bir genç kadın olmanın görüntüsünden aldığım güvenle, buluşma yerine doğru yola koyuldum…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.