Bak postacı geliyor

Benim çocukluğumda babalarımızın pul koleksiyonları olurdu. O devirlerde dış ülkelerden gelen pulları biriktirmek bir hobiydi. Bir de pul dükkanları vardı. Pul dükkanlarından pul koleksiyonlarını Afrika ya da Uzak Doğu ülkelerinin rengarenk resimli kocaman pulları ile zenginleştirmek için herkes yarış halindeydi. Belleğimde o günlere ait çok net görüntüler yok ama galiba Kordonboyu’nda Altay Lokali’nden denize girişimi, postacıyı görür görmez, “Bak postacı geliyor, selam ediyor” diye şarkı söyleyerek onu karşılayışımı, apartmanın arka bahçesinde oyun oynayışımı hatırlar gibiyim.

Postacılar bir tür aile dostuydu. Gelen mektupları öyle kapı altından atıvermekle yetinmezler, kapıyı çalarlardı. Ev sahipleri de postacılara hatırlarını sorarlar, bayramlarda bahşişleri ihmal etmezlerdi. Çok daireli apartmanlarla birlikte üzerinde daire numarası bulunan posta kutuları yaygınlaşırken, bu sıcak iletişim de soğudu. Artık kimse kendine telefon, elektrik, su, doğalgaz, kredi kartı ekstreleri, banka dekontları ve fatura getiren postacısını tanımıyor.

Eğitimim için İzmir’den Fransa’ya gittiğim 1980’li yıllarda gurbetliği o kadar hissetmemiştim. “İzmir’de beni bekleyenler var. Çocuklarım, annem, babam, kardeşlerim, dostlarım. Onlar beni nasılsa ararlar diye düşünmüştüm. “Zamanla mektupların araları açılır, yazmayı unutursun” diyenlere karşılık Fransa’da kaldığım süre boyunca arkadaşlarıma uzun mektuplar yazmış, ayrıntılarıyla oradaki yaşamımı anlatmaya çalışmıştım. Oda numaramın yazılı olduğu o küçük gri mektup kutusunun üstündeki, odamda benden önce kalan Japon kızın bozuk Fransızcasıyla yazdığı “Sevgili Benden Sonra Gelen, lütfen bana gelen mektupları yan odada kalan Peter’e ver!” sözlerinin yer aldığı kağıdı Fransa’dan ayrılana dek kutunun üstünden çıkarmamıştım. Hey gidi günler hey!

Mektup yazmak, o günlerde tek iletişim aracıydı, bir gereksinimdi. Hatta mektup yazmak da okumak da ibadet gibi bir şeydi. Adeta bir törendi. Hele bizden eski nesillerin mektup yazmalarını bir düşünün. Önce divit bulunacak. Ucu kontrol edilecek; ucunda mürekkep kurumuş ve uç takır tukur bir hal almışsa ya su ile yıkanıp temizlenecek ya da yenisi alınıp divite takılacaktı. Hokkadaki mürekkep kontrol edilecek, kuruyup kurumadığı denenecek, sonra mürekkebi dağıtmayacak kağıt aranacak, daha sonra mektup yazılacak masanın üzerinde ne varsa kaldırılacak, çizgisiz kağıdın altına konacak, satırları koyu renkli kalemle kalınlaştırılmış ve ‘ne kadar düzgün yazmış, şu satırlara bak; hepsinin aralığı birbirine eşit’ dedirtecek olan “satır kopyalığı” aranıp bulunacak, en sona, mukavva altlık bulunacak, mektup yazmaya hazır hale gelinecek…

Ünlü yazarların mektupları bir başka olur. Onlarda engin bir kültür birikimi ile karşı karşıyayızdır. Bir ustanın dostuna yazdığı mektupları okumak başlı başına bir mutluluktur. Fethi Naci, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları’nın ikinci baskısı 1992’de Dergah Yayınları arasında çıkınca bakın şöyle yazmış:

“Biz Türkler, yazmaktan çok, konuşmayı severiz. Öyle sanıyorum, bu gidişle, yayımlanmış mektup okumak daha da güçleşecek: Telefon sayısındaki artış, yurt yüzeyinde telefon ağının yaygınlaşması elbette iletişim kolaylaştıracak, ama mektuplaşmayı gitgide daha da azaltacak.”

1993 yılında yaptığı bu yorum bugünün koşulları içinde doğrulandı.

E-posta 80’li yıllarda mektubun yerini aldı. İnternet üzerinden postanın en büyük avantajı hızı. Sayfalarca yazılmış bir mektubun dünyanın öbür ucuna saniyeler içinde ulaşması ve daha aynı dakika dolmadan buna bir cevap gelmesi inanılmaz bir özellik. Günümüzün cep telefonları, internet üzerinden yazışma, görüntülü haberleşme, elbette iletişimi kolaylaştırdı, mektuplaşma gitgide daha da azaldı, hatta artık hiç mektuplaşmıyoruz.. Oysa mektup dostlara yazılırdı, mektup yazan gerçek bir özgürlük içinde yazardı yazacaklarını, kendine sansür uygulamadan. Bir nevi iç dökme, dertleşme aracıydı mektuplar.

Hiçbir şey o bilindiği şekliyle kalmıyor. Görmeden, sesini duymadan, sadece bilgisayar ekranında karşınıza çıkan kelimelere bakarak birine aşık olduğunu söylüyor bugünün gençliği. Beni en duygulandıran mektup, Antonioni’nin “Gece” filminin sonunda Lidia’nın kocası Giovanni’ye okuduğu o doyumsuz mektup sahnesi olmuştur. Hep beraber okuyalım, ne dersiniz?

Lidia: “Bu sabah uyandığımda sen hala uyuyordun… Ağır ağır uyandım. O usul soluğunu dinledim; yüzüne düşmüş saçlarının arasından görünen gözlerinle baktım… Bütün duygularım ayaklandı. Ağlamak, seni de uyandırmak istedim, çünkü öyle derin uyuyordun ki sansız gibiydin. Kollarınla boynun nasıl titrek, nasıl ılık, nasıl nemli görünüyordu gölgelerin içinde… dudaklarımı o kollarına, o boynuna bastırmak, bastırmak istedim. Ama uykunu bozmak, seni kollarımda yeniden uyanık bulmak düşüncesi engel oldu buna. Kimsenin benden alamayacağı bir şeydi bu; böyle kalsın, daha iyiydi; benim, yalnız benimdi: Senin o ölümsüz, o kalıcı yatışın.”

(Okudukça kendini duygularına kaptırır Lidia. Giovanni mektupta anlatılan kimsenin kim olduğunu anlamak istercesine Lidia’ya dikmiştir gözlerini.)

Lidia: “Duru, güzel bir görüntü vardı yüzünün ötesinde; ikimiz de, hayatımın bütün yıllarını kaplayan, gelecek yıllarını, hatta sana rastlamadan, kendimi sana rastlamak için hazırladığım yıllarımı kaplayan bir başka boyutla yansımıştık o görüntüye. Yarattığı inanılmaz duygu da buydu zaten. Hep benim olmuştun bunu ilk anlamanın duygusu. Hiç bitmeyecekti bu gece, hep sürecekti, hep yanımda olacaktın böyle… Gövdenin sıcaklığıyla, düşüncelerinle, benim tutkularıma karışmış tutkularınla. O anda seni ne kadar sevdiğimi anlamdım, gözlerim yaşardı. Böyle sürüp gitmeliydi bu, yaşadığımız sürece böyle kalmalıydık… Sadece birbirimizin yanında değil, birbirimizin olduğumuzu da duyarak. Bu yaşamayı hiç kimse, hiçbir şey yıkamazdı; tek tehlike senin bana, benim sana alışmamızdı. (Sessizlik, Lidia’nın boğazına bir şey tıkanmıştır.) Uyanmaya başladın. Sonra, uyanırken gülümsedin, kollarını boynuma doladın. Korkacak bir şey olmadığını anladım o anda; hep böyle kalacaktık, birbirimize zamandan daha güçlü, alışkanlıktan daha güçlü bir bağla bağlanmıştık…”


Giovanni karısı Lidia’ya sorar: “Kim yazdı bu mektubu?” Lidia kocasına bakar ve bir an sessizlikten sonra “Sen” der. Lidia bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur gerçeği: Artık aşk yoktur aralarında. Giovanni bu gerçeğin altında ezilir; iyice sarsılmış bir halde karısına bakar. Tutup onu kucaklamak ister, Lidia’yı zorla öper, Lydia kendini kurtarmaya çalışmaktadır. Lidia’nun bu mektubu okumasıyla biter “Gece”. Evlilik ilişkisinde çöreklenen o korkunç düşman, beraber yaşamanın getirdiği alışkanlıktır.

Mektubun kenarı dikkatle açılmalıydı. Zarfı bir tırnak makası ya da meyve bıçağıyla ya da özel zarf açacağı ile açardım. Pula bakar, pulu incelerim. Mektubu hemen okumak istemem; önce müzik dinlemek, sonra uzun süre uyanık yatmak, mektubu elimde tutmak, sevgilimin el yazısıyla yazılmış adımı okumak ve dikkatle açmak isterim. Kapı vurulur, annem başını içeri uzatır: Yemek hazırdır. Konuklar yemek odasındadır. Ve acele saçımı taramam, makyajımı düzeltmem ve gelen konuklara gülümseyerek “Hoş geldiniz.” demem gerekir. Fazla vaktim yoktur. Odamın ışığını söndürmeden önce, mektubu açarım. “Sevgili sevgilim”, kağıtta yalnızca bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz satır var – tam sekiz satır-, ve kağıdın altındaki adı okurum. Yere diz çöker, sıkışan ve çok güç açılan en alttaki çekmeceyi çıkarmak isterim. Annem anlamamalı, bulmamalı… Gürültü yapmamam gerekir. Fakat… Aksilik bu ya! Mektup tomarının bağı çözülür ve mektuplar kayıp karışır, onları beceriksizce bağlar, zorla çekmecenin aralığına koyarım. Bu arada çekmece sıkışır. Bütün ağırlığımla ama ses çıkartmaksızın çekmeceyi iter, kapatıp kilitler ve anahtarı benim gizli köşeme koyarım. Ve hemen dışarı çıkarım.

Bir zamanlar insanların bu konuda duyarlı olduklarını düşünmek beni mutlu ediyor. Ya sizi?

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın