Kuşadası’nın Kuş Dede’si

İzmir Konak Meydanı’ndaki tarihi Saat Kulesi altında ve çevresinde şipşak fotoğrafçılık yapıyorum. 1976 senisinin yaz aylarıydı. Patronum “Deve” lakaplı, Mardinli Haluk Ağabey’di.

Kemeraltı Çarşı içi Ali Paşa Şadırvanı cepheli Turgutlu İş Hanı ikinci katında çektiğimiz fotoğrafların karta bastığımız atölyemiz, karanlık odamız vardı. Haluk Ağabey meydana çıkmaz, atölyede ve karanlık odada benim çekimlerimi beklerdi. O sıcak yaz aylarında meydanda ben bekler fotoğraf çekerdim.

Ancak şipşak fotoğrafçılıkta Mardinli Haluk Ağabey’in Diyarbakırlı rakipleri de vardı. Meydanda fotoğraf çekme işinde iki grup arasında rekabeti ötesine geçmiş, bir sürtüşmedir gidiyordu. Bir gün benim meydanda daha fazla fotoğraf çekmeme kızan rakip fotoğrafçılar önce beni tartakladı, sonra da kovalamaya başladı.

Süratle koşarak Turgutlu İşhanı’na doğru kaçıyordum. Tam Yeni Karamürsel binasının (şimdi İZSU binası) köşesinden döneceğim sırada iki üç el silah sesi duydum. Birkaç saniye daha geç kalsam sırtımdan kurşunu yiyeceğim. Köşeyi dönmemle birlikte iki kurşunun karşı duvara saplandığını gördüm. Henüz 16 yaşındaydım. Allah korumuş, kıl payı kurtulmuştum.

Akşama birlikte yaşam mücadelesi verdiğimiz tütün işçisi anneme başımdan geçenleri anlattım. Rahmetli annem, “Hemen o işi bırak” dedi. “Olmaz anne” dedim, “Olmaz, sana katkı sağlamam için çalışmalıyım” diye ekledim.

Ertesi gün cepheye gider gibi yine Saat Kulesi altına gittim. Seyyar fotoğrafçılığa devam edecektim. Amma rakip gruptan gelecek saldırıya karşıda tedirgin, tetikte bekliyordum.

Öğle sıcağında Saat Kulesi’nin altındaki çeşme başına yaslanmış sağı solu kollarken yerde karpuz kabuklarının olduğu bir gazete sayfası gördüm. Kabukları alıp çöp tenekesine attım. Gazete sayfasını bir güzel elimle düzelttim ve başladım okumaya?

Gazetenin küçük ilanlar sayfasında iş arayanlar – eleman arayanlar ilanlarına göz attım. Bir ilan gözüme çarptı. İlanda, “Foto Kale – Kuşadası, fotoğraf çekim ustaları arıyor” diyordu. Telefon ve adres yazıyordu ilanda. “Tamam” dedim, “İşimi buldum”.

Ama annem İzmir’e 90 kilometre ötedeki Kuşadası’na gitmeme izin verir mi? Kafamda “İzmin verir mi, vermez mi?” sorularıyla akşamı ettim. Durumu akşam anneme anlattım, razı oldu. Ertesi gün Kuşadası’ndaki Foto Kale’ye telefon ettim. “Sen gel, bir deneyelim, duruma göre devam edersin” dediler. Atladım otobüse, Kuşadası’na gittim.

Postane sokağındaki Foto Kale’den içeri girdim. Mekanın sahipleri Hüseyin ve İrfan ağabeylerdi ve o sırada yedi personel sadece çekim işindeydi. Fotoğrafları basan Mehmet Ağabey’di ve yardımcıları vardı. Kadro kalabalıktı.

Beni Sındırgılı Mehmet Bakkal ağabeyin gözetimine verildim. Gece boyu, sabaha karşı saat 04.00’e kadar fotoğraf çekim alanlarındaydım. Mehmet Ağabey ile fotoğrafhanede kalıyorduk. Diğer çalışanlar sağdaki soldaki pansiyonlarda kalırlardı.

Sahilde yan yana yedi restoran vardı. Bu bölüm benden kıdemlilerin fotoğraf çekim alaınydı. Arada bende bir iki iş koparırdım ama ben daha ötelerde görevliydim. Çömezlik işte.

Güvercin Adası içi ve sahilindeki lokantayla geceleri Ada’nın tam karşısındaki tepede bulunan disko benim çalışma alanımdı. En çok iş yapan mekan olan Disko 33’de çekim işi İrfan ağabeyindi.

Gece saat 03.00’de, tepedeki diskoda görevli bana bir flaş ışığı patlatırdı, bu artık aşağı in anlamında bir işaretti.

Güvercin Adası’na giden yolun başında İsmail’in Yeri diye bir lokanta vardı. İrfan Ağabey’le orada karnımızı doyurur sonra yatmak için fotoğrafhanenin yolunu tutardık. Uykuya dalmamız geceninin saat 04.00’ünü bulurdu.

Sabah saat 07.00’de yine ayakta olurduk. Yeni gün yeni işler bizi beklerdi. Sahildeki restoranlar, plajlar, diskolar ve karşıdaki Güvercin Adası’na koştur koştur fotoğraf çektiğim günlerdi.

O tarihlerde bırakın bir yerli ziyaretçiyi, gemilerle Kuşadası Limanı’na gelen, Selçuk’taki Efes Antik Kenti’ni, Meryem Ana Evini ziyaret eden yabancı turistlerin bile elinde fotoğraf makinası neredeyse yoktu.

Biz şipşakçı diye adlandırılan fotoğrafçılara hatıra fotoğrafı çektirmek isteyenler adeta sıraya bile girerdi. Acele baskı servisiyle çektiğimiz bir fotoğrafı ortalama 30 dakikada müşterilerimize teslim etmeye çalışırdık.

Acelesi olmayan müşterimiz günün herhangi bir saatinde iş yerimize uğrar, herhangi bir noktada çekilen fotoğrafını makbuzunu görevliye gösterip karta basılı fotoğraflarını teslim alırdı.

Yukarıda da belirttiğim gibi, benim çalışma alanlarımdan biri de Güvercin Adası, kale içi ve kapı girişinde yer alan lokantalardı. Kale kapısından girince yolun sol yanında sıra sıra üç beş hediyelik eşya satış sergisi vardı. İşte o hediyelik eşya satıcılarından Osman Amca ile samimiyeti ilerletmiştik. Onun sergisi gölgesinde dinlenir, bazen de biri iki yudum su içer sonra Kale içini ziyaret edenlerin Kuşadası manzarasına doğru hatıra fotoğraflarını çekerdim.


Kale içinde bir de adak dileyenlerin uğrak noktası Kuş Dede yatırı bulunurdu. Muradına ermek isteyenler, mezarın yakınındaki üç beş ağaca çaput bağlardı. Bu çaputlar rüzgarlı havalarda ıslığa benzer sesler çıkararak uçuştuklarını hatırlarım.

Bazı meraklılar çıkar, yatırdaki kişinin hikayesini Osman Amca’ya sorarlardı.

Hediyelik eşya satıcısı Osman Amca yaşı 65’in üstünde, ak saçlı, ak sakallı tonton bir amcaydı. Bir aileye yatırın öyküsünü anlatırken ben de pür dikkat onu dinlemiştim:

Bir zamanlar beyaz sakalları, ak saçları birbirine karışmış, ufak tefek bir adam Tekir isimli kedisiyle bu küçük adada yaşarmış. Kuşadalı değilmiş. Belki de karşı adaların birinden kaçıp gelmiş. İlginç olaylar, maceralar yaşadığı düşünülse de kimseyle pek konuşmazmış, senli benli olmazmış.

Küçük bir kayığı varmış. Her gün balık avına çıkar, tuttuğu balıkların birkaçını kendisi ve Tekir kedisi için ayırır diğerlerini de Balıkhane’de satarmış. Sattığı balık paraları ile Peynir, zeytin, ekmek, sigara alıp küçük adaya dönermiş.

Tabii o yıllar şimdiki bağlantı yolu yokmuş. Adaya küçük kayığı ile dönermiş. Halk ve balıkçılar bu fazla kimseyle konuşmayan balıkçıya Kuş Dede ismini vermişler. Denizden balıkçıların boş döndüğü günlerde bu küçük adaya uğrar Kuş Dede’den avladığı balıklardan satın alırlarmış.

Çünkü Kuş Dede balık avından hiç boş dönmezmiş. Denizde fırtınaya tutulan Kuşadalı balıkçılar bu küçük adaya ve Kuş Dede’ye sığındığı çok olmuş. Küçük adanın ortasındaki taş kulenin bir köşesinde yatar kalkarmış.

Bir bahar ayında, günlerden bir gün balıkçılardan üçü beşi fırtınaya tutulmuş ve kendilerini zar zor bu küçük adaya atmış. “Kuş Dede, Kuş Dede” diye seslenmişler. “Heeey Kuş Dede, aç kapıyı, sana geldik işte” diye. Karşılık veren olmamış.

Meraklanan balıkçılar kulenin tahta kapısını kırıp içeri girmiş ve Kuş Dede’nin sönmüş ocağın karşısındaki ot minderin üzerine uzanmış halde cansız yattığını görmüş. Tekir Kedi de Kuş Dede’nin göğsünde yaslanmış duruyormuş.

Kuş Dede bu dünyadan ayrılıp gitmiş. Balıkçılar kasabadaki büyüklerine haber vermiş, Kuş Dede’nin öldüğünü duyurmuş. Sonra halk onu dini bir törenle adanın Kuşadası’na bakan tarafına gömmüş.

Sonraları, nasıl olduğu bilinmez, genç kadınlar gelip ihtiyar balıkçının barındığı taş kulenin köşesindeki pencereye mumlar dikmeye başlamış. Duvak bekleyen, muradı olan kızlar adak adar olmuş. Daha sonra aynı yerde kurbanlar kesilmeye başlanmış.”


Osman Amca’dan dinlediğim Kuş Dede’nin öyküsü böyle. Kuş Dede’nin kabrini en son dört yıl önce ziyaret etmiştim. Yine başındaki ağaçlara bağlı çaputlar ıslık sesi çıkararak uçuşuyordu. Ziyaretçisi çoktu.

Ama kale duvarlarının yeniden onarımından mıdır nedir, Kale içi ve çevresini sanki bir inşaat alanı gibi görmüştüm 2012’de. Gazetelerde okudum, şimdilerde kale onarımı bitmiş ve yeniden ziyarete açılmış. Gazetede okuduğum haber beni nerelere götürdü… Anılarımı paylaştım…

Kalın sağlıcakla…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın