Auguste Rodin, sanatı dünyayı anlamak ve anlatmak isteyen bir düşünce çabası olarak tanımlar. Tolstoy kendi sanat görüşünü şöyle ifade etmiştir: insanın bir zaman duymuş olduğu bir duyguyu kendinde canlandırdıktan sonra aynı duyguyu başkalarının da duyabilmesi için hareket, çizgi, renk, ses ya da sözcüklerde belirlenmiş biçimler aracılığı ile onlara aktarılmasıdır, sanat. Hiç kuşkusuz her sanatçının sanata bakışı değişkendir ve diyebiliriz ki, dünyada ne kadar sanatçı varsa o kadar sanat anlayışı vardır. Ama her sanatçının hemfikir olduğu bir görüş vardır; sanat yaratmaktır.
Sanatın yaratıcılığını vurgulamak açısından Ernest Fischer sanatın büyüden çıktığını söylemiştir. Tarih öncesi ilkel toplulukların mağara duvarlarına resmedilmiş ürünleriyle başlayan sanatın uzun yolculuğu oldu, sanat bu süreç içinde farklı boyutlar kazandı. İlkel insanlar niçin vücutlarını boyuyor, niçin ilkel şiirler söylüyor ya da bu törene katılan insanlar niçin dans ediyorlardı? Büyünün nedeni açıktır. Aşkın varlıktan, doğaüstünden yardım istemek. Öyleyse sanatın başlangıcında bilmemek, anlamlandıramamak vardı. İlkel insan bilmediği, birçok şeyi anlayamadığı, en acı şeylerle en güçlü zevkleri tattığı bir evrende kendini bulan insan yalnızlığının, bilgisizliğinin, güçsüzlüğünün bilincine varmıştı; üstün bildiği bir varlıktan güç istiyor, ona sığınıyordu.
Hangi açıdan değerlendirilse değerlendirilsin, Türkiye’de günümüz sanatının artık oluşmaya yüz tutmuş bir sistemi, sistemin de kabul görmüş usta sanatçıları var. Komet gibi. “Kuyruklu yıldız” anlamına da gelen Komet adını, bir müzik grubundan esinlenerek aldı ve daha çok bu isimle anılır oldu.
Gürkan Coşkun ya da bilinen adıyla
Komet 1960 – 1967 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitim gördü, Halil Dikmen ve Zeki Faik İzler atölyelerinde çalıştı. 1971’de devlet bursuyla gittiği Paris’e yerleşti. Burada Vincence Üniversitesi Plastik Sanatlar Bölümü’nde eğitim gördü. 1960 – 1967 yılları arasında İDGSA Resim Bölümü’nde öğrenim gördü. Halen yaşamını İstanbul ve Paris’te sürdüren ressam, ilk sergisini 1974’te Fransa’nın Rouen şehrinde açtı. Türkiye’de Paris’te, Viyana, Salzburg, Lozan ve Brüksel’de sergiler açan ressam ayrıca pek çok uluslararası sergiye katıldı.

Fransızlara kendini kabul ettiren az sayıda Türk ressamından biri olan Komet’ in resimleri gayet sade, hatta minimalist özellikler taşır. Komet resim yapmak için seçtiği konuları gündelik hayattan alır. Sokaklar, insan yüzleri onun temel besin kaynağıdır. Ancak diğer sanatçılardan farklı olarak yaptığı resimlerde izleyicinin içinde oluşturulmak istenen hoş duyguları ikinci plana atar, hatta zaman zaman bu duyguyu yok sayar. Bunun nedenini, yaşadığı toplumda kendisini besleyen her şeyin yapay olduğunu ve bu yapaylığın içerisinde şeytani bir şeylerin saklandığını düşünmesidir. Yaşamaya mecbur edildiği ve kabullendiği hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okumadır. Komet, resimde dışavurumcu bir sanatçı olarak çökmüş ve kötü olan dünyayı diğer sanat akımlarının ele aldığı gibi almak istemez. Bu nedenle yapay duygulardan ve görüntülerden uzak durmuş, süslü çizgileri kendine düşman görmüştür. Daha çok geniş yüzeyleri, saf renklerle boyanmış kompozisyonlardan oluşturmuş ve bu resimlerde ruhsal durumların yansımalarını izleyiciye sunmuştur.
Komet’in resim dünyasına girişi

Küçükken babası ona Osmanlıcadan masallar okur, bu kitaplardaki illüstrasyonlar onu çok etkiler; kitaplar Arap harfleriyle yazıldığı için bunları okuyamasa da çocuk gözlerine resimler daha da gizemli gelir. Ortaokuldaki resim hocası Hasan Sağlam çok sert bir öğretmendir. Ödevini yapmayanları dışarı atar. Bu durumdan çocuklar hoşnutturlar, bir gün birkaç arkadaş sözleşirler, öğretmen ikisini sınıfından atar, sıra Komet’e gelir, tam onu atacağı sırada çantasının üzerine çizdiği avcı resmini görür. “Aaa! Bir harika! Ancak akademiyi bitiren ressamlar böyle çizer. Sen derhal resme başla” der. Ve gerisi gelir, resimler yapar, yarışmalara katılır. Katıldığı bir yarışmada ikinci olur, ödül olarak Fransız Empresyonistleri’nin kitaplarını hediye ederler, bu kitapları aldıktan sonra o tarz resimler yapmaya başlar.
Tüm sanatçılarda olduğu gibi onda da resim yapmak bir tutkuya dönüşür. Komet için resim yapmak doğayı taklit etmek değildir. Sanatçı, kendine özgü bir tarz yakaladığı zaman, sanat yapmış olur. Orijinal olmayan hiçbir şey sanat değildir. Sanatın ta kendisi, yenilik ve özgünlüktür. Eğer resimlerine bakıp, “Komet” diyebiliyorsa izleyici, bu onun başarısıdır. Onun için sanat – bildiği tek hayat – sonsuz, zahmetli bir süreç; yapması için önüne fırlatılmış çok sayıda parçası olan bir yapboz veya devasa bir şifreli bulmacadır.

Komet bitmek tükenmek bilmez bir iştah ve arzuyla farklı sapaklara uğrayan sanat yolculuğunda her eserinde olduğu gibi ortaya neyin çıkacağı konusunda söz vermez. Biraz gizem her zaman iyidir çünkü. Onun resimlerinde egemen olan sis, daha çok çekmez mi bizleri o resim dünyasının içine? Komet’in o engin mağarasına açılan bir kapı, bir eşik, bir ilk durak ve bitmek bilmeyen eşsiz bir yolculuk; gölgelerin ağır ağır yittiği ve suskunun egemen olduğu yersiz – yurtsuz bir uzamın anlatısal bir çözümlenmesi aynı zamanda!
Sanata olan tutkusunu kendi içinin derinliklerinde, ruhunun derinliklerinde, soluğunun derinliklerinde duyumsar. Bu öyle bir tutkudur ki, ilkel bir tutkunun baştan çıkarcılığıdır, uçsuz bucaksız, şiddetli bir tutkudur. Bu duyumsamaktır, derinliğine sezmektir, bundan da öte, bir aydınlanıştır.

Komet, ton değerlerine dayalı bir renk anlayışı içinde boyayı saydam olabilecek kadar ince kullanmış ve dışavurumcu bir yaklaşımla 1980’lerin yeni figürasyon adı verilen anlayışı içinde kendini kabul ettirmiş bir ressamdır. Genellikle bir ya da birkaç figürlü kompozisyonlarında yer yer biçimlerini bozduğu figürlerini açık bir mekana yerleştirir. Bu resimlerinin bazılarında figürleri, geometrik çizgilerle belirlediği saydam yüzeylerle sınırlar. Resimlerinin bazılarında figürleri, geometrik çizgileriyle belirlediği saydam yüzeylerle sınırlar. Resimlerinde bireyin psikolojik iletişimsizliklerini, yalnızlığı ve yabancılaşması doğrultusunda, ama toplumsal bilinci de içeren bir tavırla işler. Komet’te insan bedeni ruhsal bir kimliğe bürünür. Koyu boşlukları geniş siyah alanlar ve açık manzaralar kullanarak insan dramını vurgular. Şiirsel anlamla yer yer grafik öğeler de ekler. Ölüm, grotesk, saçma, satir, onun sanatında egemen olan temalardır. Kullandığı doğa dışı ışıkla izleyicide gerçeküstünü çağrıştıran bir izlenim yaratır.

Onun sergisini gezen Gökçe Aktuğ onu çocuk olarak yorumluyor. Bir Fransız eleştirmen, “Bana kalırsa, Charlie Chaplin Anadolu’da, Çorum’da doğsaydı (ve tabii ki ressam olsaydı) şüphesiz Komet gibi resim yapardı” diyor. Şakacı, hüzünlü, melankolik ve insancıl yanlarıyla Komet’i Chaplin’e neden benzettiğini anlamak zor değil. Bir çocuk ressam o… Komet denince aklıma ilk gelen bu oluyor nedense? Her sanatçı, içindeki çocuğu biraz daha fazla yaşattığı, epey daha fazla yansıttığı – ya da yansıtabildiği – ölçüde sanatçıdır belki; ama Komet’i böyle adlandırmam tek bundan değil. Onun resimleri, çocuksu bir bakışla bakıyor dünyaya. Hayır, şöyle demek daha doğru: Komet çocukluğunu çiziyor, rüyalarını boyuyor gibi? Mutluluğun resmini Abidin Dino yapacaksa eğer, çocukluğun resmini de Komet yapmalı?

Hayal gücü insanın kendine özgür bir alan yaratması, zihnin özgürce oyun oynaması değil midir? Ancak bu, zihnin özgür oyununda ardında bir amacı bir hedef olmadığı anlamına gelmez; üstelik bu hedef çok ciddi de olabilir. “Oyun” la yenilenir, yeniden yaratır, bilinenle yeni olanı yeni bir şekilde bir araya getiririz.
Her sanatçı yarattığı eserlerle ölümlülüğü içerisinde bir oyun oynar. Sanat oynanan bir oyundur, oyundan alınan hazdır, zaman zaman katmerli hüzündür, katmerli oyundur, sığınılan yerden bir kaçıştır, oyunun ötesinde, dünyanın ötesinde, bilginin ötesinde bir kendinden geçme, sonsuz bir kendini yeniden tanıma döngüsüdür.
Yaratıcılık nasıl doğar, neyle beslenir? Bu soruların kesin yanıtları olmasa da, önemli sorular oldukları açıktır. Yaratıcılık süreci üzerinde ilk ruh bilimsel gözlemler psikanalizin kurucusu Sigmund Freud ve izleyicilerinden gelmiştir. Freud’a göre yaratıcılığın kökeni bilinç dışındadır. Sanatsal etkinliğin ilk dışavurumlarını çocuklarda aramamız gerektiğini vurgulayan Freud, bu konuda şunları söylemiştir:
“Oyun oynayan tüm çocuklar kendilerine özgü bir dünya yaratır; daha yerinde bir deyişle, yaşadığı dünyanın nesnelerini kendi beğenisine uygun olarak kurduğu yeni bir düzen içine yerleştirir, böylece tıpkı bir sanatçı gibi davranır. Buna bakıp da, yaşadığı dünyanın çocuk tarafından ciddiye alınmadığını söylersek haksızlık ederiz; tersine, çocuğun yaptığı, oynadığı oyunu pek ciddiye almaktır; oyun uğruna harcayıp tükettiği duygular kabarık toplamlara varır. Oyunun karşıtı ciddilik değil gerçektir. Oyunsal dünyasını gerçek dünyadan kuşkusuz ayırır çocuk; gerçek dünyanın gözle görülür elle tutulur somut nesnelerini, hayalinde yarattığı nesne ve durumlara dayanarak yapar. Sanatçı da tıpkı oyun oynayan bir çocuk gibi davranır; o da kendine bir hayal dünyası yaratarak, bu dünyayı ciddiye alır, yani zengin bir duygu hazinesiyle donatarak, gerçeklikten kesin sınırlara ayırır onu.”
Herkes bilir: Hiçbir sanatçı ya da sanat yapıtı tam olarak anlaşılamaz, anlatılamaz. Hele sözle? Fakat sözle de olsa, onlarla ilgili birtakım ipuçları genişletilebilir. Ptolemaeus göre asıl görme ve gözlem organımız, ruhun kendisidir. Gözler yalnızca bilinç içeriklerinin görünen bölümlerini biriktirip ileten bir kap işlevini yerine getirir. Susan Sontag’a göre bir zamanlar sanat yapıtlarını yorumlamak, devrimci ve yaratıcı bir adım sayılıyordu. Bugün sayılmıyor. Kesinlikle gereksinme duymadığımız şey,
sanatı
düşünceyle,
sanatı
ekinle şimdi olduğundan da fazla birleştirmeye kalkmaktır. Kentsel çevremizde, duyumlarımız hiç durmadan bombardıman altında. Değişik tatlara, kokulara, görünümlere? Öylesi bir bombardıman ki bu duyumsal algılarımızın körelmesine yol açıyor. Modern yaşamın tüm koşulları – maddi şeylerin bolluğu, aşırı kalabalığı – elbirliğiyle duyumsal yetilerimizi öldürüyor. Şimdi önemli olan, duyumlarımız yeniden kazanabilmektir. Daha çok şeyi görmeyi, daha çok şeyi işitmeyi, daha çok şeyi duyumsamayı öğrenmemiz gerektiğini vurguluyor. Ona göre izleyicinin görevi, sanat yapıtında bulunabilecek içeriğin tümünü bulup çıkarmak değildir, izleyiciler olarak bizlerin görevi içeriğe verilen önemi azaltmak, böylece yapıtı bir bütün olarak görmektir. Susan Sontag’ın sözleriyle söylersek:
“Sanatta gereksinme duyduğumuz şey, yorumbilim yerine sevgibilimdir.”
Sanat ölümlü insanoğlunun ölümlülüğü içersinde oynadığı sonsuzluk oyunudur. Oyun ile oynanan oyundur, oyundan alınan hazdır, katmerli hüzün, katmerli oyun, katmerli hazdır, sığınılan yerden bir kaçıştır, oyunun ötesinde, dünyanın ötesinde, bilginin ötesindedir. Bir kendinden geçmedir, sonsuz bir kendini yeniden tanıma döngüsüne dönüştür.
Komet, sanatı dinliyordu, zaten başka türlüsü de olamazdı. İnsana ait ne varsa, kendine ait ne varsa, hepsinin sınırlarını aşıp ötelere geçen bir akıştı bu. Hayatının özünü oluşturan çekirdeği, hayatının uğraşı açıklık kazanmıştı. Kendi ben’inin en derin noktalarındaydı, yürekteydi, yürekten daha da derindeydi, ruhtaydı, ruhtan da daha derindeydi, iç dünyasının derinliklerindeydi.
Related Images:
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.