Sıkıntılı bir yolculuktu. Rüzgârın, çelik kuşla dalga geçtiği, onu ara sıra savurduğu bir yolculuk. İçim dışıma çıktı. Neyse, sağ salim indik alana.
“Dikkat, kaptanınız konuşuyor. Uçağımızın alanına başka bir uçak girdiği için beklemedeyiz.”
Burada da park sorunu var demek ki, diye düşündüm.
Arka sıralardan kadının biri bağırdı aniden;
“Daha ne kadar bekleyeceğiz? İzmir’den gelen uçaklara hep bunu yapıyorsunuz. Aktarmamız var. Rezilsiniz!”
Derin sessizlik uçak kapısının açılmasıyla son buldu. Soğuk bir hava yaladı yüzümüzü.
Dışarıda Haziran güneşine inat soğuk var. Kara bulutlar eline aldığı suyu savuruyor havaya.
Sağıma soluma bakıyorum; herkesin üstü incecik; ayaklar da sandaletler… Üşüyoruz… İstanbul’da kimin İzmirli olduğunu hemen anlamak mümkün.
Bebek arabasında minicik bir bebek sağa sola bakıyor şaşkınca.
Terör karşısında böyle olduğumuzu düşündüm bir an.
İstanbul’da terör saldırısı sonucu 11 can gitmiş. Herkesin suratı asık.
***
Metro ilk defa bu kadar boş. Bir an ıssız bir ovanın ortasına bırakıldığımı düşündüm.
Sessizlik vardı bindiğim vagonda. Kısa boylu genç kız, yanındaki uzun boylu, bıyıklı adama yaptığı fedakarlıkları anlatıyordu. “
Her şeyi yaptım onun için. Hiçbir şeyi almadan çıktım dışarı…”
Konuştu durmadan genç kız…
“Bir sonraki durak…” sesiyle kendime geldim.
İndiler.
Koca bulutlar içinde gökdelen denilen kocaman binalara baktım. 1958 yılında Boyabat’tan İstanbul’a göç eden ve barınacak yeri olmadığı için Zeytinburnu Yeşiltepe’ye mukavvalardan ilk gecekonduyu diken Hasan Bayram düşüyor usuma. Bayram’ın yaptığı daha güzelmiş, diyorum içten içe…
***
Açılıverdi kapılar. Delidolu, cıvıl cıvıl iki kız çocuğu girdi içeri. Sonra siyah yazmasıyla yüzünü örtmeye çalışan bir genç kız da peşlerinden. Bir de şişman bir kadın. Belli ki Suriye’den göç eden insanlardan. Vagonun en arkasında, ayaktayım. Birden sağıma soluma doluştular. Çocuklar arka yükseltiye attılar kendilerini. Bağdaş kurdular ve koltukta oturur gibi rahat oturdular metal yükseltiye. Ellerinde dilimli gofretlerden var. Büyük bir iştahla yiyorlar.
On yaşlarında olan, saçları at örgülü, elanın en güzeli sürmeli gözlü kız, sarı giysili, burnu mavi çiçek hızmalı, sarı kırmızı küpeli ve uzun saçlı kıza ” bir buçuk senin, bir buçuk benim olmalı” dedi kalan üç parça gofreti göstererek. Yedi yaşlarında olan ve uzun saçlarına çivit mavisinin en güzeli tokaları takılan kız kıkırdadı.
Doğunun en gizemli yanı saçlarda gösteriyor kendini, diye düşündüm. Saçları parlak, taa bellerine kadar uzanıyor at kuyruğu saçlar…
Karşı koltukta oturan siyah çarşaflı, yüzünde sadece gözleri görünen genç kız hayranlıkla baktı çocukların saçlarına, sonra daldı gitti dışarının griliğine…
Arapça konuştu anne olduğunu tahmin ettiğim kadın. O da burnuna hızma takmış; renkli mi renkli. On altı yaşındaki kız gülümsedi çocuklara. Üstünde ışıltılı bir şal var. Arapça konuştular aralarında. Biraz ötemizde bir kadın burnunu tıkadı ıslak mendille. Belli ki, onların kokusundan rahatsız olduğunu belli etti aklınca. Çocuklar yine güldüler bu harekete.
İsimlerini öğrendim. Büyük olan, ela gözlü, sürmeli kız çocuğu Yıldız. Hızmalı, çivit mavi tokalı olansa İpek.
Gülümsedik birbirimize. Adımı sordular, söyledim.
Anne de gülümsedi.
Çocukların arkamızdaki vagona takıldı gözleri. İpek, saydı elleriyle tek tek üç kadını, “Çok güzeller!” dedi.
Arkamızdaki vagona baktım. Üç kadın vardı. Yaşları 30 – 35 arası. Biri alabildiğine esmerdi. Üstünde kedi desenli tişörtü olan kızıl saçlıydı. Üstünde kırmızı siyah kareli bir yelek vardı. Bej rengi adidas üst ve şort takım olan kadınsa sarışındı, oksijen sarısı saçlı… Üçü de koyu güneş gözlükleri takmışlardı gözüne. Üçü de hafif etine dolgun derler ya, öyleydiler işte.
Sonra kızlara tebessüm etti üç kadın. Sonra da bir mucize oldu; işaret diliyle anlaşmaya başladılar. Vagonlarının kirli camlarına, bulutlarla saklambaç oynayan güneş, ışıklarını gönderiyordu.
Bu mucizevi anlaşmayı doğa güneşin ışıklarıyla kutsuyordu sanki.
İki vagonu birbirine bağlayan bir demir vardı. İki ayrı dünyada, birbirini keşfetmeye çalışan insanlar sessizce konuşuyor, tebessüm ediyorlardı.
Yıldız baş parmağını yukarı kaldırdı. Kadınların saçlarını, giysilerini beğendiğini belirten işaretti bu. Kadınlar gözlükleri çıkardılar gözünden. Çocukların hızmalarını, küpelerini, giysilerini işaret edip, çok güzel işareti yapıyorlardı. Hep gülümsediler…
İpek, “Oraya gidelim mi aney?” dedi. Abla atıldı önlerine, sonra anne: “Olmaz, kaybolursunuz!”
Sesindeki kesinlik, vermeyi amaçladığı mesajı iletmişti. Sustu çocuklar.
Kadınlar işaret ediyorlardı anneye, bırak gelsinler diye…
Çok keyiflendi çocuklar. Yüksek sesle gülmeye başladılar. Gözleri ışıldadı, vagonun içi neşe doldu birden. Gülümsedim, gülümsediler. Anne de güldü, abla da…
– Nereden geldiniz?
– Suriye’den, savaştan kaçtık.
– Kızın mı?, diye sordum.
– Hee, İpek benim kızım. Bu da teyzemin kızı. Yıldız da teyzemin çocuğu.
– Türkçe’yi iyi konuşuyorsunuz?
– Hee, öğrendik, ama yeterli değil.
Metro durakta durunca fırladı kızlar yan vagona. Sarıldılar kadınlarla. Kadınlar elleriyle yüzlerini okşuyordu çocukların. Konuştular bir süre. Çocuklar kadınların üstündeki giysilerin desenleriyle, markalarıyla ilgilendiler. Çokça kahkaha attılar. Çocuklar, kızıl saçlı kadının üstündeki giysiye dikkat kesildiler. Kedi işlemesinin çizgilerinde dolaştırdılar ellerini. Kadınlar, çocukların saçlarını okşadılar uzun uzun.
“Zor muydu koşullar?” dedim. “Hem de nasıl…” dedi on altı yaşındaki kız. Hüzünlendi. Anne girdi araya, “Her şeyim orada kaldı. Çocukları aldık geldik kardeşimle”
“Kaç kardeşsiniz?” diye sordum genç kıza, “Beş kardeşiz. Dördü kız, biri erkek. Aha, bu ablalar, alsa da Yıldız’ı götürse…
O an da Yıldız baktı geriye doğru, gülümsedi. Ablası da ona baktı sıcacık sevgiyle…
– Şaka yaptım haa!
***
Karşı vagonda siyah saçlı, esmer olan karıştı çantasını. Ve içinden iri taşlı, pırıl pırıl yeşil bir kolye çıkardı . Solgun güneş ışığında bile parıldadı kolye. Yıldız’ın boynuna astı. Ne güzel bir andı. Yıldız hopladı sevinçten. Ellerini kolyenin üstünde gezdirdi uzun süre. Sarıldı birden. Öyle kaldılar… Beş kişi bir bedendi sanki.
Sarışın kadın çantasından sakız, şekerleme çıkardı sonra. İpek aldı bir avuç. Sakızı hızla ağzına attı. Sarışın kadın da aynı anda bir sakız attı ağzına. Çiğnediler, çiğnediler… Neden sonra birden aynı anda şişirdiler sakızı. İki kocaman balon iç içe geçti. Olimpiyat halkası gibiydi. Çok güldüler balonlar patlayınca.
***
Dostluk kurulmuş, yarattıkları o dünyada sınırlar kalkmış, iki dünya iç içe geçivermişti işte. “Dünya iyi insanlardan kurulu olmalı” diye düşündüm.
Genç kız “Biz iniyoz abey, allahaısmarladık.!” dedi hüzünle… Öylesine baktı. “Dua et bizim için!”
“Ederim” dedim.
***
Karşı vagonda kucaklaştı bedenler. Kadınların biri ağladı. Kız çocukları gülümsediler yine. Kolyeye ellerini koydu Yıldız. İpek şekerleri gösterdi. Yürüdüler…
Metro hareket etti. Yıldız ve İpek ile göz göze geldim. Ellerini kaldırdılar, elim kaldırdım ve bir anda tünele girdi vagon. Karanlık, kapkaranlık…
Dünyanın gerçek hali bu olmalı, diye düşündüm. Bir tek gezegen… Sayısız gezegenler içinde küçük bir mavi küre… Ama insanlar birbirini ezmekte, sömürmekte, yok etmekte. Sihirli bir yeşil kolyeye ihtiyacımız olduğu kesindi.
Yüreğim daraldı, daraldı, sanki soluksuz kaldım.
***
Ülkemizde de karanlık bir tünelden geçiyoruz. Terör, yalan, riya, muhbirlik aldı başını gidiyor. Kraldan çok kralcı olanlar, sosyal medyada geçmiş yıllarda yapılan gezi paylaşımları ihbar eden yetkililer, yetkisizler ve de başkalarının emekleri üstünden kimlik bulmaya çalışan, narsist kişilikli emek hırsızları çoğaldıkça çoğalıyor. Korku tüneli gibi her şey.
Ama şunu çok iyi biliyoruz: Her güç, bir gün gücünü yitirecek. Onun için umutlu bakıyoruz hayata. Bilinmez yarının ne getireceği konusunda umut taşıyoruz. İşte, tam bu anda geldi cep telefonuma Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf / İzmir TAKSAV’ın iletisi. Bu yıl düzenleyeceği tiyatro festivalinin temasını umut olarak belirlemişlerdi.
Yeşil kolyeyi boynuma takmış gibi oldum, sevindim.
Her şeye rağmen, Umut!” demeliydik çünkü.
Umutla baktım parlayan güneşe… Karanlığın dengesinin aydınlık olduğunu düşündüm.
***
İşte böyle…
Gelenlerle gidenler arasında, karanlıkla aydınlık arasında bir yaşam akıp gidiyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.