Zaman geldi çocuklarımız o zeytin ağacının üstünde oyunlar oynadı, zaman geldi meyvelerini topladık, kahvaltılık yaptık. Sanki o zeytin ağacı bizim tapulu malımız gibi hep onun altında geceledik, hep orada olduk…

Mangal ateşinin başında içkilerimizi yudumlarken söylediğimiz şarkılara, hemen on metre uzaklıktaki denizden gelen dalga sesleri eşlik etti. Çevrede benzer koylar keşfettik, her koya isimler verdik.
Yaz ortasında yağmurlar yaşadık, ıslandık mayolarla.. Şnorkel ve gözlükleri takıp denizin altındaki güzellikleri saatlerce izledik. Balık tutmadan, zıpkın atmadan… Uzattığımızda elimizle tutacak kadar yakınımızdan geçen levrek ve çipuralar, kaya balıkları, ahtapot ve mürekkep balıkları…

Kent ışıklarından çok uzak olduğu için gökyüzündeki milyarlarca yıldızın bize göz kırptığını hayal ettik. Gökyüzünün en tepesinde ışıklar saçarak gelip geçen uçaklar ile ilgili öyküler düzdük. Bazen dehşete kapılıp o uçakların uçan daireler olabileceği üzerine yorumlar yaptık.
Demircili Köyden Alaçatı’ya kadar uzanan onlarca koyun güzellik kattığı bu bölgenin keyfini yıllardır tam anlamıyla çıkarmadık değil. Bu keyfin sonsuza kadar süreceğini düşünürken bir söylenti yayıldı bundan beş yıl önce.

Bu ülkede göller kurutulup tarım alanları açılmadı mı? Burada yok edilen güzellikleri saymaya kalksak sayfalar dolup taşar… Biz gelelim yine Demircili köyü konusuna… Bir süre sonra söylenti gerçeğe dönüştü. Deniz kıyısına kazıklar çakılmaya başlandı.
Biz telaşlandık, bu bölge doğal sit alanı. Çivi bile çakılmaz ama adamlar “çivi değil kazık çakıyor”, yani haklılar. O kazıkların üzerine bir güzel iskele kuruldu. Herkesin gözü önünde, çevrecilerin ve bizim o günlerde yaptığımız itirazlar ve tepkilere karşın iskele tamamlandı. Amaç iskele üzerinden balık çiftliklerini kurmak ve ulaşımı sağlamak.

Sonra süreç başladı. Dev borular, dev bağlantılar, dev ağlar, dev kurşunlar, dev aparatlar ile dolup taştı Demircili köyün muhteşem sahili… Balık havuzlarını sahilde kumların üzerinde kuruyorlar, daha sonra gemileri ile çekip götürüyorlar.
Esas sıkıntı havuz çiftliklerinin kurulmasından sonra başladı. Üretilen balıkların taşınması, onlara yem götürülmesi, çalışanların gelip gitmeleri derken, sessiz koyun önce yolları gelip giden tırlar yüzünden çökmeye başladı. Dev boyuttaki havuzların yenilenmesi ve çekilip götürülmesi sırasında plajdaki doğal ortam bozuldu.

Otomobilimizi de yaşayabileceğimiz olumsuzluklara karşın çadırın önüne park ettik. Sabaha karşı saat 02.00’de başlayan TIR trafiği güneş yüzünü gösterene kadar sürdü.
Çiftlikten gelen balıkları götüren TIR’lar çadırın dibinden geçerken sarsıldık. Hatta korktuk da diyebilirim. Yolunu şaşıran bir tır şoförü, yorgunluk veya uykusuzluktan üzeremizden geçer mi diye düşündük… Pek tatsız geçti o hafta kampımız ve bir daha gitmemeye ve çadır kurmamaya karar verdik.
Ancak hafta sonları güneşli ve güzel havalarda dışarı çıkıyoruz ve nereye gideceğimiz konusunda karar verirken eşim Ayşe ile birlikte “Demircili köyü” üzerinde karar kılıyoruz. İçimiz acıya acıya dev havuzların kenarından geçip zeytin ağacının dibine çöreklenip biralarımızı yudumluyoruz… Günübirlik yaptığımız geziler yaşanan kirliliği görmediğimiz sürece keyifli oluyor.

Havuzlar denizin dibine kadar sarkmış, yaşanan görüntü kirliliğinin karşısında ağlasak mı, acı acı gülsek mi? Yine havuzlara arkamızı dönerek, kamp sandalyelerimizi deniz kıyısında kumların üzerine attık, biralarımızı yudumladık, birkaç saat kalıp döndük.
Demirciliköy’e sevdalandık, tüm çirkinliklere karşın gitmeden duramıyoruz. Çadır kuramıyoruz, çok da keyif alamıyoruz ama bu koyu seviyoruz…
Bu ülke bu mantıkla yönetilmeye devam ettiği sürece, gelecek nesillere bırakacağımız ne bir orman, ne bir akarsu, ne bir göl, ne bir dere, ne de bir koy ve plaj kalacak. Bu yazıları okuyan ve bize lanet yağdıran bir nesil hesap soracak yapanların torunlarından, tüm umudum o nesilde, görmesek de…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.