“10 Mayıs Pazar günü Sollentuna’daki Stockholm Alevi Kültür Merkezi’nde Türkiye’den davetli olarak gelen yazar Pamuk Yıldız ile söyleşi var” dediler. “Bir kitabı varsa okuyayım da ona göre izleyeyim toplantıyı” dedim.
Cumartesi günü, Akalla’da bir dostuma kahvaltıya gittiğimde Pamuk Yıldız’ın kitabını sordum. Arkadaşım Pamuk Yıldız’ın “O Hep Aklımda” adlı, 12 Eylül zindanlarında maruz kaldığı muameleleri anlattığı gerçek yaşam öyküsü kitabını verdi.
Tesadüfe bakın, bir gün önce 12 Eylül’ün eli kanlı generali Kenan Evren yaptıkları zulmün hesabını vermeden çekip gitmişti bu dünyadan. Eve gider gitmez kitaba şöyle bir göz atayım dedim önce. Ama başlayınca bırakamadım.
Saat gecenin üçüydü bitirdiğimde. Yattım. Derince uyudum mu uyumadım mı bilmiyorum, ama boğulurcasına fırlayıp doğruldum yataktan. Pencerenin dibindeki yatağımdan çıkmadan dışarının zifiri karanlığını gördüm. Kan ter içindeydim. Kafama el attım buz gibiydi, bütün saçlarım elime geldi. Dökülen saçlarım yatağa saçılmış; yüzüm, gözüm, yastığım, kapkara keçi postuna dönmüştü.
Korku ve dehşet içinde banyoya koştum. Işığı açtım, aynaya baktım… Aynadaki yansımamda görünen açık kumral saçlarımdan tek bir kıl dahi eksilmemişti. Oysa az önce içinden çıkmaya, kaçmaya çabaladığım düşümde, siyah uzun saçlarımdan sürüklenerek işkence odalarına getirilip götürülen 17 yaşında bir genç kızdım.
İçimde ezilmiş, unutturulmaya yok edilmeye çalışılmış benliğimin acısı yüzüme akın etmişti. Kimsenin benim Pamuk Yıldız olduğumu fark etmemesini; Mamak Askeri Cezaevi ile “emniyet (!)” karakollarındaki işkencehanelerde çırılçıplak soyulup dövüldüğümü, cinsel organımdan ağzıma elektik verildiğini, canımın, ırzımın, kimliğimin ayaklar altına alındığı halimi kimsenin bilmemesini istedim.
Hatta ben bile bilmeseydim. Unutsaydım o günleri yaşadığımı. Üstüme başıma yüzüme gözüme bulaşan bu yapışkan, kirli şeyden arınsaydım, çağlayanların serin berrak suları altında yıkansaydım.
Aynadaki Pamuk’un korkulu, kırgın, yorgun gözlerine, acılı yüzüne takılı kaldım bir süre… Nasıl avutacağımı bilemediğim derin bir acıyı beynimin derinliklerine doğru itekleyerek tekrar yatağa yöneldim. Uyuyup bunları yaşamamış bir ben olarak uyanmak istedim hayata…
Bir iki saatlik uykunun ayılmaya yetmeyen sersemliği ile Alevi Kültür Merkezi’ne gittim. Kadınlı erkekli kalabalık bir topluluk Pamuk Yıldız’ı dinlemeye gelmişti. Topluluğun hemen hemen her kişisi 12 Eylül zindanlarından geçmiş, hapislerin dışında eli kanlı diktatörlük ile köşe kapmacalardan canını zor kurtarmış mültecilerdi.
En önde masanın ardında olgun yaşlarda, kıvırcık kızıl saçlı ufak tefek kadın, yüzüne biraz büyük düşen kocaman gözlerini açmış topluluğa bakıyordu. Konuşmaya başladığında heyecandan titreyen sesini kontrol altına alamayacağını anlayınca, özür dileyerek önceden hazırladığı konuşma metninden okumaya başladı.
O anlattıkça yüzüme alev basıyor, günlerdir aç kalmış gibi midem kazınıyordu. Bir gece önce okuduğum kitabın özetini okuyordu Pamuk Yıldız. Kafam karmakarışıktı. Anlattıkça çoğalan acıların kıskacında boğuluyor gibi oluyordum. Asıl canımı acıtan da bunları yaşamayanların ilgisizliğinin verdiği öfkeydi.
Çok öncelerden biliyordum bu durumları. Yaşamayanların anlayamayacağı, hatta dinlerken sıkılacağı, masallardaki Kaf dağının ardındaki çığlıktı anlatılanlar. Kulaklarımda yankılanan bu çığlığı duymak istemiyordum, bilmek istemiyordum, hatırlamak istemiyordum. Düşlerdeki kabus gibi; kaçmak istesen de ayakların gitmiyor, bağırsan da sesin duyulmuyordu. Çaresizdim. Bu çığlık benim de sesimdi.
İlgisiz kalamazdım. Kaf dağının ardındaki bu çığlığın, yıllar sonra bugün kime ne anlattığını anlamak için Pamuk Yıldız’la buluştum. Başbaşa, güzel bir sohbet yaptık. Sohbetten sonra da dostlarla birlikte Stocholm’e yakın başka bir şehre; Nakka’ya gittik. Orada bir ev dolusu mülteci ve Mamaklı yoldaşlarla güzel bir gün geçirdik.
Yediğimiz, içtiğimiz, gezdiğimiz, gördüğümüz bize kalsın. Siz Pamuk Yıldız ile yaptığımız umut dolu güzel sohbete buyrun:
– Merhaba Pamuk. İsveç’e geliş hikayesi nasıl oldu?
– Mamak’ta birlikte yattığımız arkadaşım var Stockholm’de. Onun aracılığı ile ilk kez 2007’de davet edilmiştim. O zaman geldiğimde toplantı sonrası yapılan konuşmalar çok etkili ve yararlı olmuştu. Bu kez yine davet üzerine geldim.
– 35 yıl geçmiş ardadan, o yaşanan acıları tekrar deşmek nasıl bir etki yapıyor sizde ve yaşayanlarda?
– Çıktıktan uzun bir süre ben aileme, topluma uyum sağlayamadım. Kitap yazmak için almadım kağıdı kalemi elime. Herkes kendi hayatını yaşıyordu. Ben onları anlamıyordum. Onlar da beni anlamıyorlar diye çok yalnız hissediyordum kendimi. Ama yazdıkça bana terapi oldu. Kağıt ve kalemle baş başayken bile anlatmaktan çok zorlandığım şeyler oldu. Yazdıkça rahatladım. Kitap böyle ortaya çıktı. Bu şansı olmayanlar için birlikte konuşmak, yaşadıklarımızla yüzleşmek bir terapi oluyordu. Bunu fark ettim.
– Bazen evimizdeki duvarlar bile bir iki gün dışarı çıkmazsak üstümüze üstümüze gelir. Bırakın yaşanan işkenceleri, dış dünyaya kapalı bir ortamda yedi yıl geçirmek çok zor olmalı. Çıktıktan sonra ilk kez havayla, sokakla, insanlarla karşılaşmak nasıl bir duygu?
– İlk önce içerde kalan arkadaşlarım için üzülüyordum. Aklımda hep onlar oluyordu. Evimizin kapısı demir sürgülüydü. Kapı her açılışta ayağa panikle fırlıyor, sayım başlıyor diye hazırola geçiyordum. Dışarı çıkmaya, adım atmaya zorlanıyordum. Çünkü her şey komutla idi. Komut duymadan adım atmak çok yabancıydı. Dışarda her şey değişmişti. Dolmuşun kapıları vardı önceden, sürgülü olmuş, inip çıkarken şaşırıyordum. Bir gün evden çıkarken hava yağmurluydu, annem şemsiye vermişti. Yolda yağmur başladı, ben şemsiyeyi açamadım, unutmuşum şemsiye filan kullanmayı. Sanki herkes bana bakıyordu, utandım. Şemsiye elimde kaldı, sırılsıklam ıslandım.
-Dışarıda sosyal bir ortama ilk girdiğinde mesela bir kafeye oturduğunda neler hissettin?
– Arkadaşlarla bir kafede buluşmaya gitmiştim. Oturduğumuz yerden herkes bir şeyler ısmarlıyor. Garson habire bir şeyler getirip götürüyor. Ben şaşkınlıkla dalmışım, o bize niye hizmet ediyor ki deyip, içerden kalan bir alışkanlıkla masadaki boş tabakları bardakları toplayıp garsonun ardından mutfağa götürmüştüm… Ben Tuzluçayır’dan gelmişim üç yaşında. Natoyolu’nda oturuyorduk. Dışarıya, okul dışında pek çıkmamışım. Hatta Kızılay’ı hiç bilmiyorum. Çok kaybolduğumu bilirim Kızılay’da.
-Bu yalnızlık ve topluma yabancılık durumunda profesyonel bir yardım, bir psikriyatrik destek ihtiyacı hissettin mi?
– Hayır. Ruhsal bir tedaviyi kabul de edemezdim. Çünkü sürekli kendini savunma hali vardı o zamanlar. Dışardaki insanlarla, ailemle bile… Herkes beni ezmek, hakkımı çiğnemek, bana saldırıda bulunmak istiyordu sanki. Mesela otobüste biri önüme geçip yer kapmaya çalışsa, beni yok sayamak, hakkımı çiğnemek olarak görüyor, kıyameti koparıyordum. Halbuki o tür davranış birisinin sıradan, basit bir bencilliği, düşüncesizliği olabiliyordu. Mamak’ta olduğum sürece dayak, hakaret görmek, hatta tahliyem geldiğinde bile, bir güzelce soyulup dayak atıldıktan sonra salınıvermek… Sürekli kendini savunma hali sebebidir.
– Çıktıktan sonra herhangi bir siyasi faaliyete katılma isteği oldu mu?
– Aslında tahliye olduğumun bile farkına varamadım. Dışarıda toplumun, içerde yaşananlara ses çıkarmadığı için bunları yaşadığımızı düşünüyordum. Ben de sessiz kalırsam bunlara göz yummak olacaktı. O nedenle hemen İnsan Hakları Derneği’ne gittim. O yıllarda çok şeyler oluyordu, gözaltında kayıplar, işkenceler, yargısız infazlar… Derneğin aktif çalışan bir elemanı oldum. Ta ki oradan İnşaat Mühendisleri Odası’nda iş bulup ayrıldığım zaman ” Aaa, ben tahliye olmuşum” dedim.
– İş bulmada zorluk yaşadın mı?
– İnsan Hakları Derneği’ne gönüllü olarak giderken bir taraftan da değişik işlere girip çıkıyordum. Fakat bir şekilde hep bir açığım oluyordu. Mesela bir yemek fabrikasına girmiştim. Bir işte daha önce çalışmış, deneyli olmayanı işe almadıkları için “Çalıştım önceden” demiştim. Telefonlara bakacaktım. Fakat telefonlar hatlıymış, fabrika içine, patrona, müdüre filan ayrı hatlar bağlı… Karman çorman oldu tabii her şey, elim ayağım dolandı…
– Arkadaş, hısım, akraba ilişkileri… Evleri, sohbetleri nasıl oldu o günlerde? Senin hikayeni merak eden oldu mu?
– Arkadaşlar yedi yılda çok değişmişti tabii… Evlenmişler, çocukları olmuş. Çocuk… İçeride en çok çocuğa hasret kaldık… Çocuk sesi bambaşka bir şey. Tabii herkes gündelik kendi hayatından bahsediyordu. Kendimi ucu kapalı bir halkanın dışında yalnız kalmış hissediyordum. Konuşmalara dahil olamıyordum… Bizim yaşadıklarımızı yaşamamış olanlara ne yaşadığımı anlatabilmek kolay değildi. Sorduklarında kızarıyordum, elim ayağım titriyor, boğuluyor gibi oluyordum. O yüzden genellikle o günlerin acı ve sıkıntılarını yaşamış arkadaşlarla birlikte oluyor, sadece onları arasında rahat hissediyordum kendimi.
Pişman mısın?
– Yaşadıkların yüzünden aşağılanmış, küçümsenmiş hissettiğin oldu mu? Yani sen devletin istemediği bir anarşist, terörist, hapiste yatmış, aykırı bir insandın gibisine…
– En çıldırdığım sorulardan biriydi “Pişman mısın?” lafı. Özellikle yakın akraba arasındaki sohbetlerde oluyordu. Hatta bir keresinde evden kovmuşum hiddetimle. İşkence gören benim. Bunu yapanlardan ya da sessiz kalanlardan hesap sorulması gerekirken…
– Sen tutuklandın. Devletin istemediği bir şeyi yaptın ve karşılığında cezaevine konuldun diyelim. Haydi buraya kadar anlaşılabilir diyelim. Ancak, kitabında yazdığın gibi; gözaltındayken o korkunç işkenceler, çırılçıplak soyulup kollarından askıya asılmalar, elektirik verilmeler, aç susuz bırakılmalar, falakaya yatılmalar, cezaevine konulduktan sonra bile defalarca yeniden emniyete götürülüp cinsel tecavüze yeltenilmeler, saçlarından sürüklenerek coplanmalar… Üstüne üstlük cezaevi içinde sayımdı, havalandırmaydı komutlarıyla eşyaların altüst olması, dayak, küfür, fare pislikli, kurtlu yemekler… Tüm bu yaşadıkları için ne yapmayı düşündün? Yasal yollarla bunların hesabını sormak… “Benim bunları yaşamamam gerekirdi” diye bir dava açmak…
Devlete kesilen para cezası
– Ben dava açım… Mahkeme süresince idamla yargılanıyordum. Dava sonuçlandı, 15 yıl ceza almıştım. Bunun karşılığı olarak altı yıl yatılıyordu. Yasal sürem dolduğu halde salınmadım. En ağırı bu bekleyiş oldu. Tam yedi ay ayakkabılar ayağımda bekledim salınmayı. Çıktığımda açtığım dava lehime sonuçlandı, karar bozuldu 15 yıldan beş yıla düştü. Beş yıl için iki yıl yatılırken ben dört yıl, yedi ay fazladan yatmıştım. Avukatım tekrar dava açtı. Dışarda olmam gerekirken, içerde olduğum süredeki davranışlarım beğenilmediği için infazım yakılmış ve net beş yıl daha kesilmiş. Geriye kalan yedi ay için 15 bin lira para cezası ödedi devlet bana.
– 12 Eylül mağdurlarının dava açtığı dönemde siz tekrar dava açtınız mı?
– Hayır, açmaya gerek görmedim. Çünkü ben çıktıktan sonra doksanlı yıllarda giderek katmerleşen hak ihlalleri oldu. Ölümler, toplu kıyımlar.. Doksanaltıda açlık grevleri, ölüm oruçları… Doksandokuzda Ulucanlar… F tipi cezaevine protestolardaki kayıplar, 2001’de “hayata dönüş” operasyonundaki katliamlar.. “Ben de 30 yıl önce şunları yaşadım” demeye utandım artık. Çok göstermelik olacaktı, içimden gelmedi.
– Tüm bu olanlardan sonra siyasal mücadeleye devam etmek isteği ne durumda?
– “Çok acı çektim, uzak durayım” duygusu olmadı. Ancak, 12 Eylül öncesi solun yükselişi ve 12 Eylül’de çektiklerimizi düşündüm. Solun kendi içinde parçalanmasının büyük rolü oldu bunda… Solun sola karşı hala birbirlerine sert davranışları, birleşememeleri beni herhangi bir hareketin veya partinin üyesi olarak siyaset yapmaktan itti. Tabii ki toplumsal hareketlere birey olarak katılıyorum. Her harekette arkadaşlarım dostlarım var. Ama örgütsel bağ yerine bireysel olarak katılıyorum. Artık benim gözüm, kaşım gibi bedenimin bir parçası sol düşüncede olmak… Edebiyata yoğunlaşıyorum, okuyorum, yazıyorum.
– Sollentuna’da toplantı günü Kenan Evren’in ölüm haberi gelmişti. Ne hissetin?
– Kenan Evren yaşattığını yaşattı. Ama şu yaşında sorulsaydı neden yaptın diye, belki yaşından ötürü abuk sabuk ne yaptım ne yapmadım gibi saçmalayacaktı. Burada asıl sorgulanması gereken 12 Eylül’ün siyasal arka planı. Bugün hala katmerlenerek 12 Eylül’ün siyasal yapılanması sürüyor. Bunun için bir şey yapmak lazım asıl. Ayrıca açılan davaların sonuçlanmış, 12 Eylül’ün yargılanmış olması, suçlarının ortaya çıkmış olması gerekirdi, ama Kenan Evren mahkemeye bile gelemedi. Bunayıncaya kadar da yaşadı. Yine de cenazesine katılımın düşük olmasına, ardından gösterilen tepkilere, protestolara sevindim.
– Yani bireysel suçlamalardan daha ziyade “12 Eylül’ün getirdiği sisteme karşı mı mücadele önemli” mi diyorsunuz?
– 12 Eylül ekonomik nedenlerden ötürü gelmişti. Sermayenin önünün açılması, karşı duranların, sendikaların, siyasetin sesinin engellenmesi. Örgütlenmelerin dağıtılması. Bunu yaptılar. Bugün 12 Eylül amacına ulaştı. Eskisinden daha güçlüler.
Kadın cinsine yönelik katliamlar, işkenceler
– Stockholm Alevi Derneği’ndeki toplantınızda cezaevinde yatmış bir kadın arkadaş Diyarbakır Cezaevi’ndeki bir olayı anlattı: Kürt hareketinden Sakine’nin yoldaşlarının karşısına çırılçıplak getirilerek tecavüz ettirilmeye zorlanması karşısında, başlarını öne eğen, gözlerini kapayan yoldaşlarına avazı çıktığı kadar, bağırarak “Ne utanıyorsunuz, benim namusundan siz sorumlu değilsiniz, namusumun bekçisi değilsiniz. Kaldırın kafalarınızı, siz onurlu mücadelemizin neferlerisiniz. Onun için buradasınız. Utanacaksanız ona ihanet etmekten utanın!” dediğini hatırlattı… 12 Eylül zindanlarında kadınlar, ekstradan cinsiyetleri yüzünden de ayrıca katmerli işkenceler gördüler. Hatta erkek tutuklular eşleri, kız kardeşleri ve kadın yoldaşlarına yapılan işkenceler ve tecavüzlerle tehdit edildiler. Dışarıda da durmadan artan kadın cinsiyeti nedeniyle işlenen kan davaları, namus cinayetleri, sokakta, dolmuşta tecavüzler var kadınlara. Bunlara ne diyorsun?
– İşte bu nedenle ben de kitabımda yazmakla, toplantılarda konuşmakla, konuşturmakla açığa çıkartmaya çalışıyorum bu kanayan yaramızı. Üstününün örtülmemesi, yaşanan acıların unutulmaması gerek. Yaşananlara, sessiz kalınmaması, yaşatanlardan hesap sorulması gerek; bir daha yaşanmaması için…
– Kadınlara karşı toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde siyaset alanında olduğu gibi iş, ev hayatında yaşadığı eşitsizliklere tuz biber, bir de bedenine sözle ve cebren uygulanan şiddet var. Bizzat kendi bedenine şiddet uygulanmış biri olarak bununla nasıl mücadele edilmeli sence?
– İş yerinde, sokakta, ailede, hatta sevdiklerinden babadan, erkek kardeşten, kocadan gördüğün şiddet erkek şiddeti, bu erkek egemen bir toplum oluşumuzdan geliyor. Bedene karşı cinselliğe karşı yöneltilen bu şiddeti erkekler yapıyor.
– Sınıfsal sebepler, ekonomik sebepler de var ama… Şiddet karşıtı temelli bir örgütlenme mi olmalı mesela…
– Ama burada toplumun yarısı kadın ve bu şiddetin çoğu kadın cinsiyeti üzerine yükleniyorsa kadın kadına kendi aramızda bunu halledemeyiz. Bu durumu anlayan erkeklerle, sendikalarla hep birlikte örgütlenerek çözmeye çalışmalıyız. Kadın sorunlarını bilen erkeklerle de çalışmak lazım… En yakınlarımızdaki erkeklerden başlamalıyız, aile içinde kocamızı, oğlumuzu, arkadaşımızı eğitmeliyiz önce… Her şeyden önce de kadınların özgün bir örgütlenmesi olması… Kürt sorunu, Alevi sorunu tamam, ama bu nüfusun yüzde elli biri de kadın… Erkek şiddetine karşı burada acil olarak müdahale edebilecek kadın erkek örgütlenmeleri olabilir. Acil telefon hattı, yardıma gidebilecek motorize ekipler. Bu sivil toplum hareketi olmalı.
– Mevcut kadın örgütlenmeleri, feminist örgütlenmeler bu ihtiyacı karşılıyor mu?
– Hayır. Konu sadece şiddetle sınırlı değil ki? Ayrıca cinsellik de değil. Gecekondularda yaşananları görmek anlamak lazım. Oralarda oturan kadınların ev içlerinin sorunlarına yönelmek lazım. Kent merkezlerinde birbirini tanıyan, belli eğitim düzeyindeki kadınların bir araya gelip kendi kendilerine sohbet etmeleri, bedene dayalı sadece cinselliklerimizi yaşamadık olayı değil ki bu mesele… Dar gelirli evlerde, gecekondularda yaşan kadınların birinci dereceden cinselliği değil mesele. Öyle büyük dertleri var ki tozdan mütevelli daracık evlerde mahpus kalmış devasa bir güç var. Onun evine gitmek, derdini dinlemek, onların sözünü aktarmak topluma; film mi olur, belgesel mi… Ben edebiyatla kendi çapımda bir şeyler yapmaya çalışıyorum işte…
– Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim Pamuk. Son sorum: Özgürlük nedir?
– Hissettiğin, düşündüğün şeye göre yaşamak ve onu dile getirebilmektir bence…
***
Pamuk Yıldız kimdir?
1962 yılında Çorum’un Evcikuzkışla köyünde doğdu. Ankara’da Tuzluçayır İlkokulu, ortaokulu ve lisesinde okudu. Lise son sınıfta gözaltına alındı. Altı yıl yedi ay Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldı. 12 Eylül cuntasının işkencelerini, yargılamalarını “O Hep Aklımda” (2001, Belge Yayınları; 2007, 2008, 2010, Penta Yayınevi; 2012, Ayizi Yayınevi) isimli kitabında anlattı. Cezaevi sonrasını “Babam Yalnız Öldü” (2010, Penta Yayınevi, 2011, Ayizi Yayınevi) isimli kitabında romanlaştırdı. Hollanda’da Umut Magazin’in öykü yarışmasında “Kapım Çalınıyor” öyküsüyle birincilik aldı. Son kitabı “Kapının Dışında” adlı romanında siyasal düşünceleri nedeniyle Hollanda’ya iltica etmek zorunda kalan Türkiyeli bir kadının öyküsünü anlatıyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.