Atakan Beye ricacı gözlerle baktık. O, hiç gocunmadı, yüksünmedi, uygun bir yer buldu, vurdu minibüsü dik yokuşa.
Minibüsün içinde bekliyoruz. Bir arkadaşımın gözü takıldı sarı levhalara. Bu Ölbe Vadisi neresi ola?
Gözünü seveyim teknolojinin… İnternete bağlandım telefondan. Ölbe Vadisi sayfalara peş peşe düşüyor küçük ekrana. Vay anam vay! Burası, Harputtan yedi kilometre uzaklıkta bir vadi. Ulaştığın an sanki cennettesin… Sessiz bir vadi içinde kelebeklerin, papatyaların dans ettiği yer! tanımlaması ilgimizi çekiyor ama güneş elini ayağını yavaş yavaş çekiyor günden. Hadi sonra gideriz, türünden bir şeyler geveliyoruz ağzımızda. Minibüs yola koyuluyor ama gezginimiz Aslıyı şeytan dürtüyor:
Yahu, hani gelmişken… Ne dersiniz?
Atakan Beye Ne dersiniz? türünden bir kez daha bakıyorum. Anlamış olacak ki, Siz bilirsiniz hocam, diyor. Ehh, hadi gidelim o zaman… Gittiniz mi daha önce?
Atakan Bey Ben de bir kez gittim ama… türünden bir şeyler yuvarlıyor ağzında. Sorarız, diyorum. Ne demişler sora sora Ölbe Vadisi bulunur.
Minibüs yorgun bir at gibi kesik soluk soluğa dik yola tırmanıyor. Dar bir yol. Yükseldikçe yolun iki yanını karlar kaplıyor. İnişe geçiyoruz ama ortada Ölbe ne, koca vadi yok!.. Kilometre sayacı dokuz kilometreyi bulmuş bile ama in cin arıyoruz, o da yok.
Bir de baktık Pütürgeye varmışız. Pütürge güzel yer, istenen yer anlamında ama yerleşim yeri sarp mı sarp. Düz yer neredeyse yok gibi. Atakan, Burası en eski yerleşim yeridir ha! dedi, sustu sonra. Uzaktaki kaleyi gösterdi: Gerar Kalesi ora hocam! Kalenin hemen yanından sallarla karşıya geçilir; Tunceliye doğru…
Kıvrıla kıvrıla gösterdiği noktaya doğru ilerliyoruz. Ölbeyi bulamayacağız belli oldu derken kendi kendime, bir de baktım ki, ne göreyim: Yolun aşağısında beyaz saçlı, sakallı bir amca odun kesmiyor mu? Allah gönderdi derler ya, o türden bir mucize.
Neyse, var varanın sür sürenin, baykuşu çoktur viranenin derken geldik dayının yanına.
Ölbe yolu nerede dayı? diyor Atakan minibüsün camından.
Yanlış gelmişsen… Yukarı döneceksen… Şantiye barakası var. Oradan sola kıvrılacaksan…
Hay sağ ol dayı!
Atakanın sesi daha bir gür çıktı, nedense?
Tekrar bir dönüş yaptık. Bugün, doğanın bağrında dönüşümlü bir gün yaşıyoruz.
Daracık yoldan dönmeye çalışıyoruz. Yaklaşık iki kilometre sonra, az önce ıskaladığımız şantiye barakasını görüyoruz. Çok ilerde bir gölge oturuyor. Atakan bağırıyor: Ölbe yolu nerde?
Amerikan filmlerinin Kızılderilileri ile karşılaştık sandım bir an. Gölge, bağdaş kurduğu yerden kımıldamadı. Sağ elini kaldırdı, yolu gösterdi.
Yol iyice daraldı derken, birden bir çatala geldik. Hadi bakalım sağ mı sol mu? Nereye gideceğiz?
Lastik izlerinin daha çok olduğu yolu işaret ettik, sola saptık. Saptık ama o yol tırmanıyor yukarı doğru, aşağıda da küçücük bir köy. Teneke çatılar pırıl pırıl güneşin altında…
O an düşüyor aklıma. Mart ayında Ölbeye neden gelsin insan. Çok kullanılan değil, kullanılmayan yolu seçmeliydik ama… Şehirli düşünmekten, çok film seyretmenin dayanılmaz deneyiminden alıkoyamıyor insan kendini.
Hadi bir dönüş daha… Bu kez daha tehlikeli; yol toprak, yol daracık. Atakan ustalığını konuşturuyor, beş, altı derken Bu yola vurdum ha! dedi de Atakan, yerel ağzın zenginliğinin ne olduğunu anladık. Yola vurmak, tüm engelleri aşmak, gideceği yolu bulmak ya da yol kesmek anlamında kullanılan eski, yerel bir sözcük. Türkçede yolla ilgili ne zengin anlamlar var diye düşündüm bir an: Yol aramak, yok almak, yol etmek, yol çizmek, yol göstermek, yol gözlemek, yol kesmek, yol vermek,yol yapmak, yola dizilmek, yola koyulmak, yola çıkmak, yola gelmek, yola getirmek, yolda kalmak, yoldan çevirmek, yolları ayırmak, yolu açmak, yolları tutmak, yolu düşmek, yoluna bakmak, hele hele bugünlerde pek geçerli olan yolunu bilmek, yoldan çıkmak, yolunu bulmak…
Neyse… Yoldan ayrılmadan devam edelim yolumuza…
Bir u dönüşü daha yapıyor minibüs. Asfaltta derin izler bırakıyor lastikler…

Daha dik, daha sarp yamaçlar arasında kıvrılan daracık yol bitti.
Yolu soruyoruz Kâzım Ustaya. Derme çatma bir kapının önünde beliriyor birden seslerimizi duyunca:
Ne işiniz var, ne göreceksiniz orada?
Ayaküstü anlatmaya çalışıyorum:
İnternetten baktık, merak ettik…
Anlamsız gülüyor; halimize mi acıdı ne?
Biraz gideceksiniz ama yollar dar. Sonra benim ev gibi bir yer çıkacak karşınıza. Su hemen aşağıda. Suyu bulunca yukarı gidin. Suyun gözelerden aktığı yere. Bir tek orası var görülecek. Sizin ayakkabılarla bir saati bulur gitmeniz.
Sen ne yapıyorsun burada?
Ağaçları budayacağım ama bu da bir işe yaramıyor ki!
Elindeki budama makasını gösterdi. Makas pas içinde, aylarca kullanılmamış belli. Gülümsedik.
Hadi, rastgele! Kelebekleri göremezsiniz ama… Onlar Nisanda…
Neden söylemişti bunu? Hayal kırıklığımızı erken yaşatmak acımasızlık değil mi?
Arkamızdan gıcırdadı tahta kapı.
Yürüyoruz. Güneş bir yüzünü dağlara çevirmiş. Giderek daha dikleşen dağların yanında küçücük kalıyoruz. Bazı arkadaşlarımız minibüsün yanında kalmayı tercih ediyor. Şoför Atakan, Buralarda hiçbir şey olmaz kimseye. Gece on birde bile yürünür buralarda.
Şoförümüz bir kere gelmiş buralara ama hatırlamıyor hiçbir yeri. Bizden daha meraklı keşfetmek için. Gidelim hocam, suyun kaynağını bulalım!
“Göze” mi demişti Kâzım Usta? İşte, bir güzel sözcük daha… Göze, suyun kaynağına verilen admış, bunu da öğrendim. Hani derler ya, çok gezen mi, çok okuyan mı bilir diye… Keşif yolculuğu biraz daha sürse çok gezenden yana kullanacağım oyumu.
Gölgeler daha da çevikleşiyor bizden. Yollarda tüfeklerden çıkan boş saçma kovanları buluyoruz. Sağda solda domuz pislikleri. İn yok, cin yok… Birden Kâzım Ustanın tanımladığı bir baraka çıkıyor önümüze. Sesleniyoruz, kimsecikler yok. Öyle sessiz…
Evin yanında bir havuz var derme çatma. İçi su dolu. Belli ki yakınlarda uğramış buraya kulübe sakinleri. Biraz daha yürüyoruz. Kuru ağaç dalları uzuyor yola.
Su sesini duyduk, sustuk. Ne huzur! Koca bir dağın eteğinde nazlı nazlı süzülüyor su. Güneş ışıkları suyun sırtında parlayıp duruyor. İşte, patika yol! dedim bir kaşif edasıyla.
Ekibin içindeki bayan arkadaşlarımız haklı olarak dönmek istiyor. Çünkü patika yol çalı içinde. Suyun kaynağı yukarı doğru genişliyor gibi. Biraz yürüyoruz kayalar dikiliyor önümüze. Burayı keşfetmek ne zor! diye düşünüyorum.
Derenin çağıldadığı yere doğru bakıyorum. Gölgeler hızla tırmanıyor yukarı.; büyüdükçe büyüyor. Vadinin bekçisi oluyor bir anda. Her güzelliğin ürperti taşıdığını o an keşfediyorum.
Dönüş kararı alıyoruz, minibüse doğru gideceğiz. Atakan Bey fısıldıyor: Biz gitseydik hocam…Hani, ekip yukarı yürüyene kadar…
Gizli bir yeri keşfetme arzusu sesinin tınısına yansıyor. Takım elbisesi, kösele ayakkabılarıyla yürüyüş için en uygun olmayanımız o, ama yine de ısrarcı… Olmaz, vaktimiz sınırlı. Akşam oyun olmasa…
Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi çıktı sesim, sustum.
Dönüş yolunda, doğanın bize sunduğu hoşluklarla dolu bir keşif öyküsünü yarıda bırakmanın dayanılmaz hüznünü hissettik.
Bir daha ki gelişimizde… Sadece Ölbe Vadisine gelelim… diye mırıldandım.
Atakan Beye baktım, Keşke gitseydik! der gibi baktı.
Sustum, sustu, sustuk. Doğanın sessizliği hakim oldu minibüsün içine. Şehrin görüntüsü kucaklayınca bizi, akşam oynayacağımız oyunun tesellisi ile baktım en işlek caddeye…
Önümüzdeki taksinin camında sürgün yazılıydı. Şehre sürgün cezasına çarptırılmıştık.
Göze mi geldik dersiniz?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.