Yemek sorununda mı?
Hem Evet hem Hayır.
Hayır! Daha o soruna girmemiştik.
Ama evet… Aslında ben hep o sorunun içindeydim; kendi kendime konuşurken de yazarken de birileriyle sohbetteyken de…
Çınar neleri asla yemez, neleri sever… Severek yedikleri ne kadar da azdır! Sevdiklerini ne kadar da çok yer…
Offf, bu çocuk yemek yemeyi reddetmeden, bi çağırışta sofraya gelerek, suratını çevirmeden, elimi itmeden, uzattığım kaşıktakileri dökmeden, beni bağırtmadan, krize yol açmadan, kendi kendine, bile isteye ne zaman yemek yiyecek ya Rabbim!
Çok haykırdım böyle.
Sesim duyuldu mu ne! 🙂 Aman, dilimi ısırayım! Bir süredir olumlu gelişmeler var lakin ben biraz geriye gidip bu yemek sorununun çocukluğuna ineceğim, bir mahsuru yoksa! 🙂
Ah! O eski günler…
1 yaşına kadar öyle ya da böyle, oyalana oyalana, oynaya oynaya çorbalarını, yoğurtlarını, kahvaltılarını, ille de meyvelerini yiyen çocuk, ilk yaş gününden sonra sanki düğmesine basılmış gibi ağzını mıhlamıştı. 1 yaşını doldurmasına haftalar kala, Çınarın bebekliğini daha fazla yaşamak için dergiye evden çalışmaya başlamıştım ve tam da o sıralar, haşlanmış yumurtaya ağzını kilitlemişti miniğim. O yumurtayı yedirmek için ne yollar denemiştim… Sarısını portakal suyunun içinde ezip yedirmek, ancak birkaç günü kurtarmıştı. Bizim küçük cin, çabuk uyanmıştı!
Hoş, hala yumurtayı, onun yumurta olduğunu bilerek yemiyor. (En azından bizim elimizden yemiyor, okuldaki haşlanmış yumurtaları yediğini söylüyor. 🙂
Ama yine de evden çalıştığım 1 – 2 yaşları arasında yediği çeşitler, takip eden yaşlarına göre daha çoktu.
Bazı çorbaları (yayla ve tarhana) yalanarak içiyordu. Karnabahar, kereviz, pırasa gibi kış sebzelerini de yiyordu, üstelik ekşiyi çok sevdiğinden bu yemeklere itiraz da etmiyordu. Bezelye, patates gibi sebze yemeklerine dair hiç kötü anım yok, o günlerden. Köfte, pilav ve makarnalar ve bilumum hamur işleriyle zaten sorunu yoktu. Meyveler ise anne sütünden terfi ettiğinden bu yana en birinci favorileri…
Evet, tavuk ve balıkta sorun vardı ama mesela tavuk soteyi, ekmeği bandıra bandıra, eze eze, patatese, mantara katık ede ede yedirdiğimi biliyorum. Balığı, kokusunu alsın diye defne yaprağı ile haşlar, patates ve soğan ile püre yapar, fırınlar, sevdiği bir meyve eşliğinde yedirirdim. Bazen de çok sevdiği tarhananın içinde…
Anneye itinayla çektirilir
2 yaşında ben aktif iş hayatına dönüp de bir de haftanın 6 günü çalışmaya başlayınca, bazı günler de eve varmam epey geç olunca çocuğun nevri döndü tabii… Röportaj randevuları, yazı yazma seansları için haftada birkaç gün birkaç saatliğine arazi olan anne, şimdi tam gün hatta neredeyse tam hafta firariye dönüşmüştü! Çocuk da haklı.
Haklı olan çocuk ne yapar? Annesini bulabildiği tek zaman dilimi olan akşamları bekler, akşamların da en kendini gösterebildiği aktivitesi olarak yemek saatinde annesinin emdiği sütü burnundan getirir!
Aynen öyle oluyordu. Akşam yemekleri bizim eve olay oluyordu. Sofra kurulur, Çınar çağrılır, Çınar gelmez. Gelse de yemez. Ağzını açsa açtığına pişman eder… Bağıra çağıra biter sofralar.
Bu, dozu zaman zaman ve sofradaki yemeğe, ağzının tadına uyup uymadığına göre değişse de 1.5 yıl böyle sürdü. Yani benim, gazetede çalıştığım süre boyunca… Babaannesinden öyle ya da böyle yemeğini yiyen çocuk, annesini gördü mü başlıyordu şova!
3 yaşını doldurunca anaokuluna başladı, malumunuz… Bu anlattığım manzaraların tillahı yaşanmaya başladı bizim evde.
Şöyle ki akşam yemeği mönülerini neredeyse sadece tarhana çorbası, brokoli salatası, makarna, ekmek, cacık ya da ayran ile sınırlandırdı küçük adam. Bir de tabii meyve, her daim!
Sonra git gide daha da daraldı liste. Makarnayı yemedi, diyorum size, anlayın artık! Hem de o yemeğe hasta bir bünyeden çıkan, Ben makarna sevmemmmm! şeklindeki ünlemeler eşliğinde…
– Yayla çorbası?
– İçmem!
– Köfte?
– Yememmm…
– Krep?
– Iyyy!
E ne yiyecek bu çocuk? Zaten sebzelerin pişmişine Asla ve kata diyor.
Bu kez işin içine annenin tam zamanlı çalışmasıyla birlikte bir de kendisinin anaokuluna başlaması girmişti. Anneye verilecek ceza da ikiye katlanmıştı haliyle…
Ertesi gün gazetede arkadaşlarıma neredeyse ağlayarak anlatıyordum, bir önceki akşamın yemek harbini: Sadece muz yemek istedi!
Aslında yolunu, yöntemini, teorisini biliyordum:
Umursamamak, yemiyorsa zorlamamak, aç bırakıp o yemeğini yemesini sağlamak…
Söylemesi ne kadar da soğukkanlı, serin serin etki bırakıyor insanda, değil mi? Gel de bunu uygula!
Hayır efendim! Benim çocuğum nasıl yemek yemez! Ben buna nasıl razı olurum! haleti ruhiyesiyle debelen…
Doktoruna anlattığımda şunları söylemişti: Yemiyor musun oğlum? Tamam, sofrayı topluyorum. Acıktığını söyleyip boş ekmek vs isterse verme. Acıktıysan bu yemeği hemen ısıtayım, ekmeği de yemekle birlikte verebilirim, de. Ve asla alternatif sunma. O akşam ne yemek konduysa sofraya onu ver. Bu yaşlarda olabildiğince az seçmesini sağlayarak, öğün atlamadan yeme düzenini oturtmak zorundayız.
Evet, bu taktik biraz (ben uyguladığım sürece) işe yaradı. Sofrayı topluyorum deyip dolu tabakları hooop diye tepsiye koyup mutfağa götürüverince, Hayııırrr! Kaldırma, yiyeceğimmm diye arkamdan koşuyordu. Sonra yine baştan başlıyordu her şey… Birkaç lokma yedirene kadar devam ediyordu.
Bir de lahanadan karnabahara, ıspanağa dek pek çok sebzenin çiğini yemesi avantajını kullandım. Ara ara böylesini yeyince, Olsun, çocuğum sebze yiyor diye avundum. Ki doktoru da, Olsun, hiç önemli değil, öyle yesin deyince içim rahatladı.
Evinde, annenlesin çocuğum!
Neyse bu bahsi fazla uzatmayalım, anlattıkça anlatasım geliyor, psikolog divanı misali…
Ne olduysa, anaokuluna başlayışının 6. ayına, benim de iş değiştirme zamanıma denk gelen dönemde oldu. Şubat ayından itibaren hafta sonlarımız, cumartesi ve pazar şeklinde ikiye katlanınca ve mart ayında bunun geçici değil, sürekli bir durum olduğunu anlayınca Çınarda olumlu değişimler yaşandı.
Cumartesileri çalışmam, onun anaokulunun tatil olmasına rağmen aile büyüklerine taşınması çok yormuştu artık Çınarı. Gazetedeki son zamanlarımdan şöyle bir sahne hatırlıyorum ki hiç zihnimden silinmeyecek sanırım: Bir cumartesi sabahı uyanmışız. Ben hızlıca giyiniyorum, onu da hazırlamak için uyku mahmuru halde odasındaki koltuğa oturtmuşum. Omuzlarını önce kaldırıp sonra düşürerek, başını da yana eğerek, Bugün nereye gideceğim? diye soruyor…
O anda boğazıma oturan bir düğüm, cümle işe lanet okumalar…
Bir bütün hafta sonunun, çocuk için ne demek olduğunu, ben bu işe geçince anladım.
İlk zamanlar iki gün üst üste tatil olmasına inanamıyordu. (Bu, ikimizi de kapsayan bir tatil tanımı. Çünkü onun okulu cumartesileri kapalı ama annesiyle olamadıktan sonra ona tatil diyemiyordu çocukcağız.)
Cumartesi evdeyiz ya, o günü pazar sanıp,
– Anne, yarın okul vaa mı?
diye soruyordu.
– Hayır, oğlum. Yarın da tatil,
deyince yüzünde bir güller açıyordu ki hala bu sorular bitmiş değil.
Ve evet, mart başından beri artık Çınar sofraya çağırınca oturuyor. Evet, yine seçiyor ama yeme listesi çoğaldı. Her denemeden sonra benden, Varım diyooor tonunda şöyle bir ses çıkıyor artık:
– Mercimek çorbası da yiyoorrr!
– Domates çorbası içti.
– Yayla çorbasına geri döndü, evet, onu hala seviyor.
– Yeşil mercimek yemeği yediiii!
– Tavuğu (ya da balığı) çorbayla rondodan geçirdim, farkına varmadan yediii!
– Enginarlı, patatesli bezelyeyi önce yemek istemedi ama sonra makarnaya katık ede ede yedirdim. Başardımmm!
(Halbuki başaran ben değilim, o!)
Evet, liste uzadı.
– Brokoli çorbası içer misin oğlum?
– Evet, içerim.
– Kuru fasulye, pilav?
Evet, onları da yedi.
Hatta bir akşam şöyle bir zirve noktaya ulaştık: İçine pazı, patates, havuç, soğan, mercimek ve haşlanmış tavuk koyduğum, blenderdan geçirip melhem kıvamına getirdiğim, salçalı sosla tatlandırdığım bir nevi mercimekli ve tavuklu sebze çorbasını iştahla içti. Ardından, Bunu yemez diyerek yaptığım nohutu, pilavla beraber yedi. Yoğurt eşliğinde… Belki protein patlaması yaşadı o akşam ama sanırım damağı da çatladı!
Demek ki;
– Bugün sen de tatil misin annesi?
dendi mi nasıl cevap verilecekmiş artık?
– Evet, çocum. Bugün cumartesi ve sen evinde, annenlesin…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.