Sığacık’ın anıt çınarlarından Ayşe Henise Tufan

Sığacık’ta görüşebileceğimiz en yaşlı kim var?” diye sorduğum herkes aynı adresi gösteriyor. “Enise Teyze”. 

Kimi “101”, kimi “102 yaşında” diyor. Şadırvan’ın hemen yanındaki bakkaliyenin sahibi Murat Baykan’dan akrabası olduğunu öğrendiğim “Enise Teyze”nin adresini alıyorum. Yanımda bu sefer belediyeden genç kardeşimiz Cansın Soyer var. Oğlu Nuri ve gelini İnci Tufan’la birlikte oturan Enise Teyzelerin kapısını çalıyoruz. 

Çat kapı çaldığımız her kapı istisnasız güleryüzle açılıyor bu yörede. Bizi buyur ediyor İnci Tufan. Hava sıcak olduğu için balkonda oturuyoruz. Enise Teyze’yi görmek istediğimizi söyleyince, isim konusundaki yanlışımızı düzeltiyor, “Aslında nüfusta Ayşe Tufan yazıyor ama ailesinde Henise de derlermiş. Daha çok bu isimle biliniyor” diyor… 

Biz soluklanırken başında bembeyaz namaz örtüsü, narin, ince yapılı Henise Tufan geliyor. İncecik kemikli ellerini öpüyoruz. Henise Tufan Teyze öyle tatlı ki, konuşurken bal damlıyor ağzından. Tane tane konuşuyor. Kulaklarının biraz ağır işittiğini belirterek bizim de yavaş konuşmamızı istiyor. 

“Ana rahminde ne yazıldıysa o olur”

Henise Teyze’ye önce klasik sorumu yöneltiyorum; doğum tarihini soruyorum. “1919’luyum diye biliyorum” diyor. Gelini “1911” olarak düzeltiyor. 

“Bu kadar çok şey göreceğini tahmin eder miydin?” diye soruyorum… Henise Teyze’nin yanıtı hepimizi duygulandırıyor: 

“Etmezdim doğrusu, herkes 60’da 70’de, 80’de gidiyor. Ben ne bilem ki, 102 yaş. 1326 mı, 29’lu muyum ben. 102 yaşında mı oluyorum? Galiba öyle oluyorum… Ana rahminde ne yazıldıysa o olur evladım. ”

Henise Tufan Teyze’yi sorularla yormayalım deyip, sözü ona bırakmak istiyoruz. “Sen anlat biz dinleyelim eskileri” diyoruz. Kimi zaman anlatıyor kimi zaman sorularımızla anımsatıyoruz eski günleri… 

Seferihisar’da doğan Henise Teyze’nin Hacı Dedesi Mora’dan gelmiş. Hamit Kahya lakabıyla tanınan babasının çok güzel tulum peyniri yaptığını anlatan Henise Teyze, ”Babam her işi yapardı. Zeytinleri, bağları vardın. Bir de peynir ustasıdı. Mayısta dağlara gider, tulum peyniri yapardı, çok meşhurdu” diyor. Teyzesinin oğlu Mehmet Ali Emir ile evlenen ve 45 yıl evli kalan Henise Teyze, “Eşim de de peynirciydi” diyor. Kocası için “Sözü bir adamdı. Rüştüye Mektebinde okuduydu” derken babasıyla birlikte doğuya gidip peynir sattıklarını, iki üç ay boyunca eve gelmediklerini anlatıyor. 

Okula Sığacık’taki, mahalle mektebinde giden ve Arapça harflerle eski Türkçe eğitim alan Henise Tufan Teyze, “Atatürk döneminde dokuz yaşındaydım” diye hatırlıyor. Sözü ona bırakıyoruz… 

“Atatürk Cumhuriyet kurulduğunda mahalle mekteplerini lağvetti. Tabi Arapçaydı ya onlar. Ben, kapattıktan bir iki ay sonra aynı okula gittim. Orada iki sene okudum. Yeni Türkçe öğrendim. Okumam var” deyip hayattaki tek kardeşini anlatıyor. 

“Biz altı kardeştik. Kardeşim Sığacık’ta yaşıyor. Şöhret Uzun… O 96 yaşında, Benden altı yaş küçük. ”

Tütün herkesin yaşamının içinde

Henise Tufan da Seferihisar’da yaşayan bir çok ailenin ferdi gibi uzun yıllar tütüncülükle uğraşmış. 25 yıl tütüncülük yaptıklarını anlatıyor. “Yazın uykumuz olmazdı, sabah erkenden işe giderdik” diyor. 

Sonra kısaca eşinden söz ediyor bize. “Eşim Emir sülalesindendi. Babasının adı Mustafa’ydı. Kendi adı da Emir. 45 sene birlikte yaşadık.

Yılları bir çırpıda tüketiveriyor koca çınar… Nasıl evlendiğini sorunca gelinine bakıp gülüyor. Hala eskilerin mahçup ifadesini görmek mümkün yüzünde. Anlatıyor sakince… 

“Akrabaydık. 15 yaşındaydım. Bu dezemin oğluydu. Annemin kardeşinin oğlu. Annemler 12 yaşında nikah ettiler bizi. 15 yaşına gelince evlendim. 3 tane oğlum vardı. Kaynanam teyzemdi ama ayrı evlerdeydik. Ama gelirdi Teyzem, şöyle olcek, böyle olcek derdi.”

Gelinlere alın yazısı yazma adeti

Düğünlerde gelinlerin alınlarını, yüzlerini pullarla süsleme adeti Sığacık’ta da var… . Kuaförlerin, makyaj malzemelerinin yaygın olmadığı, porselen makyajların adının geçmediği o yıllarda kadınların bulduğu yöntemlerden birisi de yumurta akıyla yüzlerin boncuklarla süslenmesi.

Nasıl bir gelin olduğunu sorduğumuz Henise Teyze, gelinliğini İzmir’den aldıklarını, bürüncüklü kumaştan olduğunu ve duvağında uzun telleri olduğunu söyleyince, gelini “Ben ilk defa duyuyorum bunları” diyor. 

“Sen de yazı yazdırdın mı düğünde yüzüne?” diye soruyorum Henise Teyze’ye, “Yok, ben istemedim. Saçlarım sarıydı ve uzundu benim. Deyzem kendi yaptı süsü. Burda düz yazıcı vardı hasır gibi yapardı” diye yanıt veriyor. 

Gelinin yüzüne yazı yazmaktan söz edince Henise Teyze’nin gelini İnci Tufan sözü alıyor… “Ben de yazdırmadım yüzüme. Yumurta akını gelinin yüzüne sürüyorlar, sonra pulları sürüyorlar çiçekler yaparlar. Sıra sıra boncuklar dizilir. Boyayan hanımın adı Mihri Teyze’ydi. Hayatta değil şimdi. Yüz yazıcıya para verirler yazardı” diyor. 

Henise Teyze kına gecesinde kına yakılan kadınların da ertesi gün Top Deliği denilen yerde ayaklarının yıkandığını anımsıyor. 

10 yaşındaki çocuk sevdayı ne bilsin?

Henise Tufan Teyze’yle dura dinlene yaptığımız sohbetimiz, geçmişi hatırlatabilmek adına kimi zaman soru yanıt şeklinde sürüyor… Yöresel ağızla, titrek bir sesle konuşuyor. 

– Ne yemekler yapardın evlendiğinde Henife Teyze?

– Ne yemek mi? Memleketimizde ne varsa onları yapardım. Fasulye, nohuttur, patatestir… 

– Kendiniz mi ekip dikerdiniz?

– Tahıl ektik, buğdey filan ektik, biçtik onları. Kendimiz elerdik, değirmene gider, furunlarda ekmek yapardık. Furunumuz vardı evde de. 

– Evlenmeden önce genç kızken neler yapardınız?

– Tütüne gidedik anemle. Tütün dikedi onlar da. 

Biz konuşurken gelini yavaşça, kayınvalidesinin bir zamanlar güzel saz çaldığını fısıldıyor… Gülüşüyoruz hep beraber… 

– Neler çalardın Henise Teyze, var mı hatırladıkların?

– Saz çalardım, 10 yaşında çocuğuz daha. Ne bilelim evlenmeyi, ne bilelim sevdayı. Sıkılmayım diye aldılar bana da. 

– Nelerden çalardın, hatırladıkların varsa söyle bize… 

– Evvelki zamanda, “Kadifeden kesesi, söyletme beni derdim büyüktür” diye… “Aleme cellat mı geldin?” o da bir şarkıdır, “Can yakıcı gözlerin” diye… Evvel bunlar şarkıdı. Oyun havaları vadı, işte şöle böle… 

– Oturup çalıyordunuz demek ki, televizyon, radyo yok. Büyükler masal, mani anlatırlar mıydı sizlere?

– Ninecim vardı, masal söyleyiverirdi… Pek de aklıma gelmiyor onlar. Atatürk’ün Marşları aklıma geliyor da, masallar gelmiyor aklıma… 

– Henise Teyze’ye doğum tarihi itibariyle savaş yıllarını soruyorum. “Atatürk geldikten sonra hiç harb olmadı ki” diyor. 

Yunanlı furuncu İstrati

Yunanlıların olduğu günleri hatırlayıp hatırlamadığını soruyorum, hatırladıklarını paylaşıyor:

“Bizim burda bir Yunanlı vardı. Furunu vardı, ekmek yapardı. Seferihisar yarı yarıya Yunanlıdı. Burada tek vardı. İstrati’ydi adı. İki tane de çocuğu vardı. Görüşür konuşurduk onlarla. Biz bilmezdik ama İstrati’yle anlaşırdık iyi kötü. O Türkçe biliyor olmalı ki, ekmek alıyorduk ondan. ”

Seferihisar’da evli ablası olduğunu hatırlıyor Henise Teyze. Bir tane arabanın olduğunu, paraları olursa ona bindiklerini söylüyor. “Yayan yarım saat sürüyodu. Gidiyoduk.”

– Yokluğun çok olduğu yıllarda, siz giysi, ayakkabıyı nereden alıyordunuz?

– Ayakkabıyı Seferihisar’dan alıyorduk. Biz nalın giymedik hiç. Lastik ayakkabıla da yoktu. Bayağı ayakkabıydı alçak tabanlı filan. Giysileri kaynam dikerdi. Ben de ondan öğrendim. Makinam vardı benim. Frenk gömlekleri dikerdim. Sığacık’ta köylülere dikerdim. Para mı vardın çocum? Bulgur, tarhana verirlerdi. Yağ filan. 

“Bir gömleği kaç kiloya dikiyordun?” deyince gülüyor… Soruma soruyla yanıt veriyor… 

“50 kuruşa mı dikiyodum… Çok ucuz dikiyodum. Bir tane bakkal vardı. Adis Amca derlerdi. Buranın bakkalıdı. Pirinçtir, makarnadır, eyi kötü her şey vadı. Veresiye de alan olurdu ama hamdolsun biz veresiye hiç almadık. Paramızla alıdık, yapadık, işimizi görürdük.”

İki kıtık yastık, iki minder işte sana çeyiz

– El işi neler yapardınız?

– Piçiller yapardık. Maket cilveli derlerdi adı, iki topanını 14 yaşında yaptım ben. Cilveli dediğim çok örnekli iş. Maket dediğim kıtık yastık. Koltuk moltuk yok. Saman yastığı. Pazardan alırsın 12 tane evlenirken. 2 tane minderlik. Duvarın birinden birine bir minderlik, bi de o tarafa iki minderlik. Tahta sedirlere. ”

Henise Teyze ben not alırken defterime bakıyor. Arada “Çok yazdın, yoruldun ya evladım” diyor. “E, yüz yıllık kadınla konuşmak kolay mı, yaz yaz bitmez Hanife Teyzeciğim” diyorum. Dualar ediyor. “Allah yardımcınız olsun evladım” diyor… Ağzından hiç dua düşmüyor sohbet boyunca Henife Teyze’nin. 

Bu arada Henise Teyze’nin gelini bize kola getiriyor. Bakıyorum, Henife Teyze reddetmeden alıp içiyor ağır ağır. Sağlığını gelinine soruyorum. “Maşaallah şeker, kolesterol, tansiyon yok. Bizde var ona bir şey yok. Doktoru sadece yaşlılıktan dolayı kalbinde küçülme var dedi. Gün boyu dua eder, dolaşır” diyor. Belli ki gelini bir orkideye bakar gibi özenle bakıyorlar annelerine. “Şanslıymış” diyoruz aramızda Henise Teyze biraz soluklanırken… 

Henise Teyze, kolasını içtikten sonra anlatmayı sürdürüyor. Evdeki günlük yaşamdan söz ediyor… 

“Hepsi masal oldu çocum”

“Evlerimizde ocak vardı baya. İçinde odun yakıyoduk, dumanları çıkıyodu yukarıya. Yemekleri ocakta pişirirdik. Ateş yakıyoduk. Hem ısınırız hem yemeğimizi yaparız. Çenizimizde bir döşek, üç yorgan haline göre, kıtlık yastıklar, iki minderlik, iki tencire, iki çanağı, çömleği verirdi anamız. Göveç de vardın, tencere de vardın. Hepsi masal oldu çocum, hepsi masal…” 

Henise Teyze’ye “Nasıl geçti bunca zaman” deyince o klasik yanıtı veriyor: “Hiç bilmiyon çocum. Aklımda bir Atatürk’ün Marşı kalmış, bi de okuldan bir nutuk kalmış. Ana ana diye… Manzume mi derler şimdi o kalmış aklımda…” 

“Bize okur musun?” deyince, “Okusam şimdi. Bu yaşta bana gülceksiniz gari ama unutmamışım” diyor. Henise Teyze tüylerimizi diken diken eden bir içtenlikle, o günü yaşarcasına bir güzel söylüyor ezberinden Cumhuriyet Marşı’nı… Onun söyleyişiyle aktarıyoruz sizlere… 

“Cumhuriyet Marşı” (1)

İtti Cumhuriyeti de
Siz ulu Türk milleti
Payidar et şu cihanda
Hakkı Ali kuvveti
Ordusuyle yurdu mahfuz
Eylesin Rabbi Hüda
Bizleri âli zaferden,
Etmesin asla cüda
Bin yaşa Cumhur Reisi
En böyük Gazi Paşa
Eyleyor millet teşekkür
Orduya subh-u mesâ.
Dalgalansın her tarafta
Şanlı Türk’ün râyeti
Mustafa Gazi Kemal’in
Unudulmaz hızmeti
Azmimizile hasıl oldu
İşte mesut gayemiz
El ele verdikçe millet
Yükselir hep payemiz
Korkmayız artık cihandan
Hak bizlere yar iken
Kalpte iman, kolda kuvvet
Başta bilgi var iken…
(Rayet: Bayrak
Subh-u mesa: Sabah akşam)

Şiiri okurken o günler dönmüş gibi sesi coşkulu konuşan Henise Teyze heyecanlanıyor. Hatırladıklarını bir çırpıda anlatıyor ateşli ateşli:

“Atatürk’ün Cumhuriyet’i geldiğinde iki sene gittim ben öğretmene. Okurdum, erkek talebelerimizde vardı. İki trompet, iki borazan, iki tamtam 6 parçadan onları da çalarak Seferihisar’a gidedik. Yürüyerek. Kız erkek beraber okuyoduk. Ah çocum ah… Trampeti erkekler çalardı, erkekler gece talebesiydi. 17-18 yaşındaydılar. Onlar geceleri giderdi, biz desen gündüz gittik. Benim bir nutuk vardı, onu da okuyayım size…” 

“Hayır” denilebilir mi asırlık çınara… Önce açıklama yapıyor manzumeyle ilgili, sonra başlığını söyleyip karşılıklı diyalog halinde olan anne oğul konuşmasını aktarıyor bizlere… Saygıyla dinliyoruz hepimiz. 

Nutuk… 

Bunu da belediye önünde okuduk. Hocamın ismi Hü– seyin Efendi’ydi. Bi de Kemal Efendi. Biri Türkçe, birisi de coğrafyayla hesap hocasıydı. Bu nutuğu da Kemal Efendi öğretti. Bir ana ile oğulun konuşmaları…

– Ana ana, hişt hişt.

– O kim, o kim?

– Benim, kalk para ver.

– Oğul, sen misin? Ödüm koptu..

– Yeri nerde kalk göster?

– Çıldırdın mı çocuk, bende para nerde olacak? Benim gibi bir dul kadın kimden para bulacak?

– Miras idi…

– Baban sağlığında bitirdi, ur patlasın çal oynasın karı– lara yidirdi. Param olsaydı el dikişi diker miyim böyle ben? Bir kör…

– O masalı başkasına anlat sen, kalk para ver

– Sarsma oğlum, Hak’tan korkun yok mudur? Bir ana– ya kalkan eli…

– Sus dırlanma..

– Ah Oğuzum, aman aman Oğuzum, kuzum, oğul oğul hain evlat beğendin mi, bak ananın haline. Ah ben senden son vakıtta evlatlıklar beklerken sen beni böyle al kanların içersine koydun sen. Ben senin için doğmuş idim, ben senin için yaşardım. Sendin benim her düşüncem, sendin benim her derdim. Bir parçacık benzin atsa, bir kerrecik oh desen, ah ne ölüm azapları çekeridim o gün ben. İşte artık senin için çarpan yürek duruyor, ağlayan göz kuruyor. Rahat olsun her yerin. Kim derdi ki; o koynumda büyüttüğüm ellerin benim şu ak kınalı saçlarımdan tutarak acımadan titremeden bana bıçak olacak. Bu ne yürek, para için in– sanlıktan geçiyoru. Bu ne alçaklık ki… Seni böyle kimler etti? Böyle kanlı cellat canavar. Hayır hayır, bunda da sen– den pek çok duygu var. Senin elin kan dökücü, her bir şeyde haindir. Senin gibi kanlıları bir cellatla gebertir. Haram

olsun o güne dek ettiğim dursun iki gözüne… Kan yerine irin olsun emdiklerin. O kan niye, o damlayan kimin kanı avucumun içine. Yoksa bana bıçak saplarken kesildi mi el– lerin? . Of sızlar omuz başım, yaralarım pek derin. Kaç buradan, kaç buradan ben kanımı helal ettim.”

Bu nutuk bunu belediyenin önünde okudum. Çocukken okudum. 10 yaşlardaydım. Geçmiş gün törenini bilmiyom, belediye önü çok kalabalıktı. Bişey vardı ki bizi de hocamız götüdü gittik oro. Hocam başımı okşadı. Saçlarım da sarı sarı. ‘Sarı kızım’, dedi, ‘Seferihisarlılara kara biber ektirdin’ dedi. Güzel söylemişim. Bu kadar şeyi ufacık çocuk yanılmadan okumuşum diye olsa gerek…” 

Ve dualara devam ediyor Henise Teyze… 

“Allah çocum, benim kadar sıhhatli uzun ömürler versin size de. Cenab-ı Allah’a dua etmekteyim. Evinizde de çolunla çocuğunla huzurlu yaşamayı niyaz ederim. Allah’tan dua ederim ki, sıhhatli uzun ömürler, hayırlı ömürler, hayırlı rızıklar versin sizlere de. Reisimiz de, reis olarak başımıza yerimizde memleketimizde uzun yıllar da yaşasın. Ona da sağlıklı, sıhhatli günler dilemekteyim Ulu tanrıdan. ”

İki türbe hikayesi

Henise Teyze’ye Sığacık’taki türbenin öyküsünü soruyoruz. Hacı ninesi ile hacı dedesinin kabirlerinin de türbede olduğunu söylüyor önce. Kendisinin türbeye hiç adak adamadığını anlatan Henise Teyze, “Ben dilemem. Farzet çocun rahatsız. Dedede ne var? Çocum sıhhatli olsun, yaşasın etsin sana yasin okuyayım diye dua ederim, Yasin okurum. Okurum Muhammed’e…” diyor… 

Biz adakları konuşurken gelini İnci Tufan, Sığacık’ın üst tarafında da bir türbe olduğundan söz ediyor. Henise Teyze sözü alıyor, çocukluğunda dedesinden duyduğu türbelerin öyküsünü bildiğince anlatıyor… 

“Dedemizden duyduk, korsanlar geliyormuş, havayı kaybetmişler, hava çikin, nereye girdiklerini bilmiyorlar. Derken önlerinde bir şavk belirmiş. Aşağıdaki dedeyi anlatıyom. O şavkın önlerine koyarak yavaş yavaş gelip o limana giriyorlar. Girince şavk kayboluyor. Bunlar da karaya çıkınca kubbeyi yapıyor. Yukarıdaki dede de Sığacık’a gelmiş, dedemden duydum bunu da; ekmek filan istiyor. Çocuklar bilmez, katalamışlar. Farzet ki, analarının kimi görüyor kimi görmüyor. O dede ora çıkmış el etmiş kaybolmuş. Aç koymuşlar. diye duydum. Dedemden öyle duydum.”

Kına geceleri

Henise Teyze ile yaptığımız sohbette daldan dala atlıyoruz. Söz kına gecelerine geliyor. Henise Teyze’ye kına gecesinde neler söylendiğini sorunca bizi hafızasıyla yine şaşırtıyor ve o gecelerde söylenen “sitem”lerden okuyor… 

“O zamanki zamanda eylentili olurdu, kınalar yakılırdı. Sitemler söylenirdi… 

Söyletme beni derdim büyüktür,
Ümidim aşkım çoktan sönüktür
Hayatım bana bir koca yüktür
Gönül bağımda baykuşlar öter…
Aşk rüya imiş gördüm uyandım
Beyhude yere ateşe yandım
Gönül bağımda baykuşlar öter
Bu acı bana ölümden beter…

Bu sitemler… Çingenler gelidi, dümbelekler tutarladı hamamda çalarlardı. Sonra hamamcı kadın vardı ud çalardı.”

Henise Teyze sitemleri sıralarken, gelini de Sığacık’ta düğünlerin kale içinde Yukarı Kapı denen yerdeki yağhanede yapıldığını anımsıyor: “Düğün yağhanede yapılırdı. Sonra sinema oldu orası. İlkin yağhane, sonra düğün yeri sonra sinema… Şimdi de kapandı”. İnci Tufan’ın anılarına geçiyoruz hemen:

“Karagöz gelirdi bayramlarda. Babam pek salmazdı bizleri, ne işiniz var kahvede erkeklerin içinde derdi. 1958’lı yıllar yaklaşık. Ben 10 yaşlarındaydım. Eskiden babam anlatırdı. Ayaklarına tahta koyup boylarını yükseltirlermiş. Ramazan geceleri üzerlerine beyaz giysi giyip kapıları çalarlarmış, kadınlar görünce bayılırlarmış…” 

“Yaz yaz, bu kadar şey okunur mu?” deyip duruyor Henise Teyze… “Yoruldun be çocum…” diyor arada bana. Belki kendi yorgunluğuna işaret çekiyor. Asırlık çınarla biraz daha sohbet ediyoruz, bugünden oradan buradan konuşuyoruz. Evlatlarına kendilerine bu kadar iyi baktığı için dua edip duruyor… Yanından güzel bir zaman yolculuğu yapmışçasına mutlu ayrılıyoruz…

•••

(1) Ayşe Henise Tufan’ın çocukluğundan bu yana aklında kalan, bizlere çoşkuyla söylediği marş, Osmanlı Devleti’nin ilk resmi müzik okulu olan “Darülelhan” hocalarından Kemanî ve Rebabî (kemençe) Eyyubî Mustafa (Sunar) Bey tarafından bestelenmiş. İstanbul Üniversitesi Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin osmanlimuzigi.istanbul.edu.tr alan adlı sitesinde yer alan bilgiye göre marşın güftesi Ömer Lütfi Bey’e ait. Rast makamındaki marşın melodisi, Şamlı İskender (Udcu) yayını Müntehabât notaları içinde 524 numaralı yaprakta ve Mustafa Bey’in yazdığı Alaturka Keman Muallimi (İstanbul, 1340/1924) adlı metodun son sayfasında yayımlanmış. Sitede marşın yayın tarihi “1928 öncesi” olarak yer almış.

 

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler: