İki yaşını doldurduğunda ise artık basbayağı konuşuyordu!
Anne sütü mucizesi
Çınarın dilsel gelişimi, tüm değişkenlerden bağımsız bir zekaya bağlı değilse, onu desteklemek, geliştirmek için yaptıklarımın bir katkısı olmuştur sanıyorum.
Genetik faktörlerin yanı sıra beslenme ve sosyal etkinlikler, bunu destekleyen başat unsurlar.

Hamileyken iyi beslenerek başladım, ona yatırım yapmaya. Bolca, omega 3ten yana zengin balık, ceviz ve badem yedim. Bunlara ek olarak aynı gün içinde tüm besin gruplarından tüketiyordum. (Tıpkı bir bebeğin ve çocuğun beslenme düzeninde olması gerektiği gibi…)
Doğduktan sonra ilk 6 ay sadece anne sütüyle besledim Çınarı. Yakın çevremdeki kimi aile büyüklerinin muhalefetine rağmen…
Çok terlediğinde su! diyorlardı, susuz kalacak vücudu.
Hayır! diyordum, ilk 6 ay sadece anne sütü!
Hamileyken ve yeni doğan döneminde dersime iyi çalışmıştım. İlk olarak 13 günlükken götürdüğümüz doktoru da sıkı sıkı tembihlemişti:
– İlk 6 ay sadece anne sütü vermelisin. Başka hiçbir gıdaya ihtiyacı yok, suya bile!
Sebebi neydi?
– Verilen herhangi bir gıda maddesi, anne sütünün besin değerini azaltır. Su bile!
Yemek yerken, Çınar kucağımızdayken,
– Şundan azıcık tattıralım, sadece dilini deydirelim, tatları tanımayacak bu çocuk. Katı gıdaya geçince yiyecek mi bakalım, yemek yemeye çok geç başladı!
gibi cümlelerin gerçekle nasıl da ters düştüğünü söylemeye gerek bile yok!
Bizden bir önceki kuşakta nedense, bebekleri bir an önce bizim yeyip içtiklerimizle tanıştırma hevesi var. Anne sütü gibi kadim (dünyadaki tüm kuşakları büyütmüş) bir besine, bizden eskilerin dudak bükmesi çok garip, değil mi!
İki yıl boyunca
Halbuki bebek, ömrünün sadece ilk iki yılında (kiminde daha uzun sürebiliyor ama ideali 2 yıl) alabileceği, ona bahşedilmiş, tüm gıdaları bünyesinde barındıran, bağışıklık sistemini geliştiren, anneyle bağını kuvvetlendiren, onu huzurlu yapan bir besini almaktan neden yoksun bırakılır?
İki yıl, Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) koyduğu süre. Bazı çocuk doktorlarına göre WHO bu süreyi, hijyenik, temiz ve sağlıklı gıda bulmakta zorluk çeken 3. dünya ülkelerini düşünerek koymuş. Bu ülkelerdeki çocuklar, bağışıklık sisteminin daha tam olarak gelişmediği ilk iki yılında daha uzun süre sağlıklı ve eşsiz olan bu gıdayı alsın diye…

İki yıl emzirdim Çınarı; yine bütün muhalefete ve müstehzi sözlere rağmen… Yararına, önemine çok inanarak. Çınar da ben de hayatımızdan memnunduk, diğerlerine neydi?
Anne sütü mucizesini, Çınar büyüdükçe kanlı canlı gördüm ben. Anne sütünü uzun süre emen çocuklar zeki, sosyal, dışa dönük, sorunsuz, ruhu tatmin edilmişti. Keza, bağışıklık sistemi daha gelişmiş oluyordu.
Yakalandığı her hastalıkta, Hani bu çocuk anne sütü emdiği için bağışıklığı güçlü olacaktı? diyenlere, şunu diyorum: Ya emmeseydi? Bu kadar erken toparlanabilir miydi? Hastalıkları kolayca atlatabilir miydi? Demek ki anne sütü emmese daha çok ve çabuk hastalanacak…
Gerçekten de bağışıklık sisteminin tam anlamıyla gelişip güçlenmesi için 4 yaşının dolmasını beklemek gerekiyor. Bu süreden önce geçirdiği hastalıklarla mücadelesinde de en önemli değişken, anne sütü alıp almadığı oluyor.
Çınarı, 3 yaşını doldurduktan sonra anaokuluna verirken doktoruna sormuştum
– Bu sene geçireceği kesin, salgın hastalıklara karşı bağışıklık sistemini güçlendirmek, direncini artırmak için ek bir şey öneriyor musunuz?
Zerrin Hanım, her zamanki, ilaca hemen sarılıvermeyen tutumuyla,
– Bağışıklık sisteminin ilk güvencesi, anne sütü. Sonra sağlıklı beslenme,
demişti.
Nitekim, 4.5 ayda 6 hastalık geçirdi ve her seferinde toparlanması, bir öncekinden daha kısa sürdü. Evet, öksürük illeti çabuk geçmiyor ama iki, bilemedin üç gün içinde genel sağlık durumu iyileşiyor, direnci yükseliyor.
Kitaplarla erken tanıştı
Bu bahsi uzatmadan geçelim. Ona epey erkence, kitap okumaya başladım. Minnak bir bebekti, 2 aylık kadardı, bir gün kitaplığın yanındaki koltukta onu emziriyordum. Elime aldığım ilk kitap, oracıkta bana göz kırpan Nazım Hikmet şiirleri oldu…
El kadar bebenin Nazım Hikmeti anlamasını bekleyecek değildim elbette, belki bir ruhlar buluşması olur, diye geçmiş içimden ki elim o kitaba gidiverdi. Şöyle bir karıştırıp koymuştum yerine…
Babaannesi bebekliğinde ona baktığı dönemde gazete başlıklarını okurdu mesela. Keza ben de yapardım bunu bazı bazı.
Kitap okumaya da erken başladık. Bir yaşındayken hangi hayvanların nerelerde yaşadığını anlatan Benim Evim diye hareketli bir kitap almıştım mesela ve onu çok sevmişti. Diğer sevdiği bir kitap da araba şeklinde, tekerlekli falan yapılmış, içinde de arabalara dair kısa bilgilerin olduğu bir başkasıydı. (Bunları o kadar sevmişti ki elinden hiç düşürmediğinden parçalamıştı.:)
En çok ilgi duyarak dinlediğini, hikayenin gerisini merak ettiğini hatırladığım kitabı, babaannesinin aldığı Otobüs Tostostur. Arabalara karşı müthiş ilgisinin bunda payı büyük tabii. Aynı serideki Rakun Kunkunu da o zamanlardan beri zevkle dinliyor, keza o da bir küçük arabanın hikayesi. 🙂
Yeri gelmişken söyleyeyim; Timaş Çocukun bu serisindeki hikayelerin sonu, saygı, kendini başkalarının yerine koyma, önyargılı olmama gibi pek çok erdeme çıkıyor. Bu serinin, içinde birçok hikaye barındıran kalın ciltli olan kitabı Masal Otobüsü Düt Dütü almıştım. İçinde hala okumadığımız hikayeler var ve bazı geceler benim minik adam,
– Düt Düt kitabını uzun zamandır okumadık, bu gece onu okuyalım annesi,
diyor bana.: )
Kitap okuma seanslarımız her gece sürüyor. Ben unutsam o unutmuyor.
– Bu gece kitap okumadık ya!
diye uyarıyor beni. Veya,
– Ne okuyacağımızı ben seçeyim, diyerek dalıyor kitaplık rafına.
– Bu gece Antika Arabalar kitabını okuyalım,
– Bu gece Pondi Çiftlikteyi oku bana…
Vücudu gıdalarla, zihni kitaplarla beslemenin yanı sıra zekanın üçüncü ayağı ise sosyalleşmek… Ki Çınar, kafeteryada ilk olarak 10 günlükken oturmuş, daha yürümeyi bilmiyorken parkta, kumda oynamaya başlamış, ilk sergi ve ilk kitap fuarı gezisini bir buçuk yaşındayken yapmış, hatta annesinin kitap imzasına iki kez katılmış, bir – iki yaşları arasında annesinin o dönem çalıştığı derginin altını üstüne getirmiş; gazeteci bir anne babaya sahip olduğundan onların hayli geniş arkadaş çevreleri ile epey aşina olmuş ve olmaya devam eden bir çocuk… (Ki bu, ayrı bir yazı konusu olur…)
Ezcümle; Çınara bırakacağımız en önemli mirasın kelimeler olduğunu düşünüyorum. Onunla diyaloglarımızı ve monologlarını yazıya daha fazla geçirerek geçtiği yollara kırıntılar bırakmış olmayı istiyorum. Bu izleri takip ederek kendi yolculuğunu sorunsuz yapabilsin diye…
İşte bütün mesele bu!
Not: Ben bu yazıyı hazırlarken, haber portallarında bir haber yayılmaya başlamıştı: Zekamızı annemize borçluyuz. Ben de Evreka, evreka! diye sokağa fırlamaktan kurtuldum böylece. Fazla mı abartıyorum bu bahsi, demeye kalmadan işin bilimsel olarak kanıtlandığını anlamış oldum, rahatladım.
Belki de ondan, yazıyı bunca geciktirdim.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.