“Boşa geçmesin geri kalan ömrün…”

İzmir Devlet Tiyatrosu’nda oynamakta olduğum Nora oyunu ekibi Aydın – Muğla – Denizli turnesi için yağmurun bereketiyle koyuldu yola.

Yol boyu otobüsümüzün şoförü Hüseyin’in yüzü asık, hiç gülmüyor desem yeridir, ama muavin Sedat çok güler yüzlü. Bazen bir çiçeğe, hayali bir varlığa bile gülümsediğini düşünüyor insan.

Antik Çağ’ın Tralleis’i Aydın ili yol boyu dizilen bağı bahçesiyle gülümseyerek karşılıyor bizi.

Konaklama yerimiz Anemon Otel her zaman ki gibi temiz ve düzenli. Otel odalarını oldum olası sevmem, ama burası sevimli. Birçok otelde karşılaştığım yastık sorunu burada yok. Çünkü yastıklar “seç seç al!” cinsinden…

Oteldeki havuzun çevresi sonbaharın renkleriyle bezenmiş. Elimde fotoğraf makinesi dolaşırken görevlilerinin baskınına uğruyorum: “Yabancıların fotoğraf çekmesi yasak! ”
Otel müşterilerinden olduğumu söyleyince biraz yumuşuyor tavırları.

Bu arada, yağmur gücünü arttırdıkça doğanın görüntüsü hızla değişiyor. Yapraklar hızla savruluyor yere. Bulutlar gri ve siyah tonlar arasında gidip geliyor. Şu doğa ne enteresan ressam!

Dalıp gitmişim…

Bu rahat otelin tek kusuru Aydın il merkezine dört kilometre uzaklıkta olması. İlkbahar aylarında yoldan geçen dolmuşlarla ulaşım rahat ama kış aylarında yol kenarında epey bekliyor insan. Allahtan, otelin çevresinde yer alan alışveriş merkezlerinde çalışanlar -bu sorunu bildiklerinden olsa gerek- otomobillerini durdurarak “Nereye gideceksiniz?” diye soruyorlar. Eh, elin garip oyuncusu nereye gider ki…

Oyunun sahneleneceği Dr. Hidayet Sayın Sahnesi şehir merkezine yakın olduğu için, Devlet Tiyatrosu oyunlarını burada sahnelemeyi tercih ediyor, ama sahnenin akustiği çok kötü. Yankılanan seslerle daha çok bir Türk hamamını andıran salonda tüm biletlerin satılmış olması tek tesellimiz oluyor.

Seyirci açısından da durum iç açıcı değil. Koltuklarının çoğu kırık dökük. Bilet alanlar kırık koltuk aralarına sıkıştırılan beyaz plastik sandalyelere oturtuluyor. Soyunma odasının pencerelerinin gelişigüzel tutturulan gazete parçalarıyla kapatılması da ayrı bir rezalet.
“Önemli olan salonu yapmak değil, korumaktır” sözünün ne kadar haklı olduğu bir kez daha kanıtlanıyor. Umarım, yetkililer bu durumu kısa zamanda çözüme kavuşturur.

Oyun anında seyircinin coşkusu her zaman olduğu gibi unutturuyor olumsuzlukları.

Oyun sonrası, fuayede otuzlu yıllardan kalma iki fotoğrafı inceliyorum. Birinci fotoğraftaki Cumhuriyet’e inanan bir avuç insanın Aydın meydanındaki kutlama görüntüleri çok etkileyici. Kalabalığın hemen arkasında görünen “Bu akşam Park Sineması’nda – Cehennemler Diyarı – Tiyatro – Dans ” yazılı afiş o yılların tiyatro ortamına ilişkin ilginç ipuçları içeriyor.

İkinci fotoğraf ise daha ilginç. “Cumhuriyet Meydanı 29 1. Teşrin 1933″ yılı kutlamaları yapılan bu fotoğrafta yeni yazı tabelâsı ve ” “Milli İdare Türkiye Büyük Millet Meclisinden Kaynar” yazısı dikkat çekiyor. O günlerin heyecanı nasıl da yansımış fotoğrafa. “Ahh, o günler! ” diye hayıflanıyor insan.

Oyundan sonra kısa süreli yemek molası verdiğimiz Sarıoğlu Lokantası 1953 yılından bu yana damak zevki hazırlıyor konuklarına. Personeli çok güler yüzlü. Ekibin bir dediğini iki etmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Yöreye ait uzun kırmızı biber dolması ve enginar saplarından yapılan sebze yemeği değişik bir tat bırakıyor damağımda. Yemek üstüne sade kahveleri de süvari biçiminde (çay bardağında) içince değmeyin ekibin keyfine…

“Hiç zorluk yaşamadınız mı peki?” dediğinizi duyar gibiyim. Yaşanmaz mı? Sahne makinistleri ve ışık biriminden arkadaşlar her oyunda bir yandan ağır bir dekoru ve ışık sistemini kurup kaldırmakla uğraştı; bir yandan da yağmurun acımasız koşullarıyla…

Neyse… Ayasofya’nın mimarlarından Antemius’un , matematikçi Thales’in memleketi Tralleis’i ya da diğer bir deyişe Çakırcalı Efe’nin, Atçalı Kel Mehmet’in yurdu Aydın’ı geride bırakıp Muğla iline doğru çıktık yola. Yağmurun bereketi yine iri damlalarla düşüyor yeryüzüne. Tarihçi Herodot’un “En güzel gökyüzüne sahip yer” dediği Muğla’da da gökyüzü griden siyaha dönüşüp duruyor.

Konakladığımız Tuna Otel yeni bir yapı; hele girişteki büyük avize görülmeye değer. Ancak, otelin altyapı eksikliği çok fazla. Bir kere, kış aylarında azaltılan personel sayısı, serviste gözle görülür bir eksiklik yaratıyor. Örneğin, oda servisi saat 22.00’de kapanıyor. Bizim gibi oyun öncesi yemek yemeyip, oyun bitimi sıcak bir şeyler yiyip içmek isteyenlerin vay haline! Otelin çevresinde yer alan “outlet” denilen mağazalar ve yiyecek içecek yerleri biraz olsun kurtarıyor durumu.

Otelin spor salonu ise soğuk ve bakımsız. Spor yapmak için salona inince morga girmiş gibi oluyorsunuz. Odalar ise sıcak, temiz ve konforlu. Çay ikramları için sunulan düzenek çok şık ve zarif. Camlı bir bölmeyi kaldırınca otomatik olarak su kaynatıcı ve kahve servisi önünüze geliveriyor.

Dinlenme günümüzde, gezmemiz için Akyaka’nın Azmakbaşı’nı önerdiler. Genç, cevval garson Ali nasıl gideceğimizi bir solukta anlatıyor. Taksiciler konusunda da uyarıyor bizi: “Aman ha! Bu mevsim binen yok zaten. Binen olunca da…” Muğlalılar’ın dediği gibi: “Gerisini anlayıveren gayri!”

Otelin hemen önünden geçen dolmuşlara bindik; ver elini Akyaka. Dolmuş içinde Ege’nin sıcak yüzü gösterdi kendini ve sohbetimize Mustafa Mert de katıldı. Emekli olduktan sonra Akyaka’ya yerleşen deyim yeriyse inzivaya çekilen Mert , hem yöre hakkında kısa bilgiler verdi hem de lezzetli bir balık yiyebileceğimiz Marmarisli Nadir’in yerini önerdi.

Akyaka rüzgârdan ilginç bir yüz kazanmış beyaz kayalıklar içine gömülmüş bir belde. Kış güneşinin altında meydanın tadını kedilerle köpekler çıkarıyor. Çoğu işyeri kapalı. Bir barın önündeki ilansa çok ilginçti: “12-12 2012 Rakı Günü… Mezeler bizden!”

Kısa bir yürüyüş sonrası varıyoruz deniz kıyısına. Kooperatife bağlı tekneler kış uykusuna çoktan yatmış bile. Tekneci Vedat’a seslenen deniz kıyısında ailecek kahvaltı yapan işyeri sahipleri oldu. Vedat mavi gözlü, yüzünde deniz tuzunun güzelliğini taşıyan orta yaş bir ademoğlu.

Yavaş yavaş yol veriyor motora Vedat Kaptan.. Sazlıklarla örülü labirentlerin içinde su giderek gizemli bir hal alıyor ve birden önünüzde akvaryum tabir edilen su cenneti beliriyor. “Burada su derinliği 12 metre. Suyun en derin yeri… Burası kefal ve levrek üreme havzası. Ayrıca yılanbalıklarını da görebilirsiniz” diyor Vedat.

Akvaryumu seyretmek doyumsuz bir şölen. Sağlı sollu küçük balıkçı teknelerine takılıyor gözüm. “Hepsi yazdan kalma…” diye mırıldandı Vedat Kaptan. Bir sonraki yaza kadar bekleyeceklermiş kıyıda. Ne hüzünlü bir ayrılık!

Kış güneşi yakıcı. Su tavukları, ördekler, kazlar eşlik ediyor gezimize. Suyun altı ise yemyeşil otlarla örülü. Derenin akıp giden suyuyla öyle uyumlu, öyle güzel dans ediyorlar ki; büyüleniyorsunuz.

Hani yolunuz düşerse, Azmakbaşı’nı mutlaka tekneyle gezin. Gördüğünüz görüntüler büyüleyecek sizi. Kıyıda tanıştığımız kişilerin söylediği gibi” Buraları Nisan- Mayıs, Eylül- Ekim güzel! Geliverirsiniz gari! ”

Bize önerilen balık lokantasına doğru yola koyulduk. Yol çalışması olduğu için derenin sığ yerleri daha bulanık. İşçiler doğanın sessizliğini çekiç sesleriyle yırtıyorlar durmadan. “Kolay gelsin!” diyorum; “Sağ ol!” diyorlar. Ayaküstü sohbet ediyoruz. Çoğu Güney Doğu’dan Doğu Anadolu’dan gelmiş. Yanık türküler mırıldanıyorlar:

“Aneey, gidiyom gurbete doğru! Ağlama aney, aney, aneyyyy!”

Hüzünleniyorum; bir taş gelip oturuyor göğsüme. Bu ülkenin insanı, suyu, türküsü güzel be!

Bu güzelliğe bir de mitolojinin babası Şadan Gökovalı hocamın arkadaşı Özer Bey eklenmez mi?

Özer Ormancıgil kış güneşinin tadını çıkarıyor. Merhabalaşıyoruz; ayaküstü başlıyoruz sohbete. “Hayat, Ben ve Bu Bu Bu” diyerek şiir kitabını imzalayıp veriyor. Kitabın içeriğini seversiniz sevmezsiniz bilemem, ama öyle güzel bir özelliği var ki… Şiirler sayfa sayfa ilerledikten sonra birden aynı şiirler tırtıklı, koparılabilir bir sayfa düzeniyle karşınıza çıkıyor. “Hani, insan dediğin sever belki bir şiir, koparıverir koyar zarfın içine. Zarfın içine diyorum , çünkü her sayfa zarfa girecek şekilde tasarlandı” diyor sevecen bir sesle Ormancıgil.

“Boş geçmesin geri kalan ömrüm /Böylece hoş olur gönlüm…” diyen Özer Bey’den ayrılıp Nadir’in yerinde doğa manzaralı bir masaya kuruldum. Karşımda sazlarla örülü muhteşem doğa manzarası alıp götürüyor beni.

Nadir’in yeri temiz ve özenli. Servis mükemmel. Lagos balığının ızgarası olağanüstü. Yöre otlarıyla yapılan mezeler değişik tatlar bırakıyor ağzımda. Güneşin yüzümüzü okşaması bir yandan, sazların nazlı nazlı salınışının sesleri bir yandan bütün hırçınlıklarımız, öfkelerimiz yavaş yavaş yelken indiriyor suya.

Dönüş yolunda Vedat Usta teknenin motorunu susturunca doğa ile arkadaşlığımız doruk noktasına çıkıyor. Bu güzelliğin insanın içine işleyen sesi doluyor kulaklarımıza.

Vedat Usta bir evi işaret ediyor: “Bak, Barış Manço’nun evi.” Ev hüzünlü olur mu? Basbayağı hüzünlü işte, sahibini arıyor.

Kadın azmağı ya da Azmakbaşı’nı geride bırakırken telleri kopmuş bir keman gibi hissediyorum kendimi.

Gezi sonrası, yaşam kültürü dolu insanlarla biraz daha zenginleşmiş olarak oyunu oynayacağımız Gazi Mustafa Kemal Kültür Merkezi’ne yöneldik.

Salon geniş ve güzel. Sahne yanları ve arkasında da büyük alanlar bırakılmış. Bu alan içine yerleştirilen soyunma odaları bir kişilik ve tasarımı tuvalet kabinleri gibi. Düşündün taşındım, binayı inşa edenlerin neden böyle bir soyunma odası tasarladıklarını bulamadım. Bilen bulan varsa, lütfen söylesin…

İbsen gibi büyük yazarların oyun kişilerine yüklediği duygu oranı çok fazla. Bu tür oyunları arka arkaya oynayınca, rol kimliklerini yaratan oyuncularda bir yorgunluk oluştuğu kesin. Oyunun uzun süre sonra sahnelenmesinden olsa gerek keyifli bir performans vardı sahnede. Muğla seyircisi oyun sonunu coşkulu alkışlarla süsledi. Bu coşku oyun sonrası da sürdü. Bindiğimiz servis aracına el sallayan seyircilere de ilk kez burada rastladığımı söylemeliyim.

Sabah gün ışıkları bizi selamlayınca Denizli’ye doğru yola çıktık. Yol çalışması nedeniyle ilk kilometreler zorlu geçti. Üstüne bir de sis eklenmesin mi? Yoğun sis içinden birdenbire kendini gösteren sarı ve kavuniçi yapraklarla bezeli ağaçlar öylesine güzel ki!

Denizli Anemon Otel güler yüzlü personeliyle karşıladı bizi. Otel bakımlı, düzenli ve güzel. Yine şehir dışındayız, ama ferah bir otel olduğu için burada vakit geçirmek hiç sorun değil. Kaldığım 408 numaralı odaya girince bir çalışma masası olduğunu görmek şaşırttı beni. Bu yazıyı da o masada yazmak çok eğlenceliydi. Çünkü TRT 3 yayınlarını alan bir radyo masada çalışma anlarıma eşlik etti.

Otelin girişinde sergilenen “Güneşe koşan atlılar” ağaç heykeli muhteşem. Endonezya’da tam 500 yıllık bir ağacın gövdesinden yapılma bu heykel tutkunun ne demek olduğunu öyle güzel anlatıyor ki…

Oyunu oynadığımız Hasan Kasapoğlu Sahnesi Pamukkale Üniversitesi Kampüsü içinde yer alıyor. Çok geniş ve çok güzel bir yapı. Teknik donanımı, dekor kapıları en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Oyuna giderken “Seyirciler bu salona nasıl geliyorlar acaba?” diye düşünmekten kendimi alamadım. Servis otobüsümüze binen güvenlik görevlisi arkadaşımız, “Denizli halkı ve öğrenciler çok ilgili. Kampus içine ring seferleri var. Ayrıca özel otomobilleriyle de gelirler” diyor.

Oyunun biletleri 15 gün öncesinden satışa çıkıyormuş ve çıktığı an tükeniyormuş. Bizim oyun için de bir bilet bulmak mümkün değil. Bu ilgide, yıllarca “Denizli Amatör Tiyatrolar Şenliği” yapmanın yararı yok mu sizce? O günlerde bu şenliği eleştirenler şimdilerde ne düşünüyor acaba?

Matine – suare (gündüz – akşam oyunları) arasına sıkışan kısa bir şehir turunda, Denizli usulü patatesli brokoliyi Çınar Lokantası’nda tattık. Aydın’da, Muğla’da geleneksel olan kurutulmuş biberin yağda hafif kızartılmış hali bu kentte de çok yaygın.

“Bütün kentler birbirine benzemeye başlamış. Yerel renkler siliniyor yaşamımızdan ve büyük alışveriş merkezleri sarıyor yöremizi…” diye iki tekerleyip üç yuvarlarken karşıma çıkmaz mı Tatlıcı Haydar Usta’nın yerel sahlep lezzeti… Soğuk havada içimiz sığınıyor.

Akşam oyunu sonrası kadın seyirciler iletişim kuruyor bizlerle. Oyunun Denizli’ye tekrar gelmesini istiyorlar . Oyun defterine bir seyirci tarafından yazılan değerlendirme cümlesi ilginçti: “Yürü be Nora, kim tutar seni!”

Turne sonrası yakıcı, üşütücü bir yalnızlık duygusuna kapılıyor insan. Bunları düşünürken eve dönüş yolu erken oluyor galiba… Bir de baktım İzmir’e varmışız bile.

Turneden kalan anılar , tam otuz yıl önce kapısından girdiğim, boş bir odada yanan lambanın hüznünü çağrıştırıyor bana.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın