İstediklerini bulmak…

Benim okuma alışkanlığım ilginçtir. Evet, lisede başlayan bir okuma alışkanlığım var. Ancak tutkuyla bağlanabileceğim kitaplar ararım. Klasikleri okumak veya çok satan kitapları ele geçirmek gibi bir hırsım hiç olmadı. Bazen de aynı kitabı 11 kez okuyabilmek ya da her yıl tekrar hatmetmek gibi garip tavırlar içine giriyorum.

Bugünlerde hayat 2 kitap çıkardı önüme. Şu ana kadar okumamış olmam şaşılacak bir durum ama ben yeni ele geçirdim bunları! İlki Martı Jonathan Livingston ikincisi ise Simyacı… Martı’yı kızım İlay Zeynep, okulda tanıtacağı için yüksek sesle ona, okudum.

Kızım, İzmir Özel Tevfik Fikret Fen Lisesi’nin ilk sınıfında, kendisinin okuyabiliyor olması gerekiyor ancak disleksi (özgül öğrenme güçlüğü) ve dikkat dağınıklığı sebepleriyle kitaplar ona işkence aleti haline gelebiliyor. Oysaki kitapların engin dünyasına zevkle girmesini diliyorum, onun. O kendisini çok cezbeden kitapları okuyor, ben de ona ödev niteliği olan, belli bir zaman diliminde okunması gereken kitapları yüksek sesle okuyorum.

Martı Jonathan, ne kadar da bizim gibi düşünüyordu. Kızımla özgürlüğümüzü tekrar duyumsadık. Martı Jonathan, öğrencisi olan diğer martılara şöyle diyordu:

Sizler kendinizi bir kanattan diğerine kadar kendi düşüncelerinin sınırlandırdığı sadece beden olarak görürsünüz. Düşüncelerinizin zincirlerini koparın ve göreceksiniz ki gövdeniz de özgürlüğe kavuşacaktır.

Kızımın henüz lisenin ilk sınıfındayken Martı Jonathan ile tanışmış olmasından büyük bir mutluluk duydum. Aynı gün yani 30 Kasım 2012, Pazar günü hiç beklemediğim bir e-posta aldım. Çok özür dilerim gerçekçi olmadı, bu ifade aşağı yukarı bir yıldır gelmesini gönülden dilediğim bir e-posta aldım. Pazar günleri normalde hiç e-postalarımı kontrol etmem, tamamen aile programı uyguladığımız için vakit de bulamam.

Ancak o Pazar günü, kızımın inanılmaz artan ders yükü, sınav programı ve ödevler yüzünden evde kalmaya karar vermiştik. Kızımın matematik derslerine yardımcı olmak üzere de çalıştığım İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden mezun öğrencim, “oğlum” diye benimsediğim Engin Kıbrıslı, gelmişti. Kendisiyle İstanbul’a doktor kontrolüne gitmek için bir plan yapma gayretindeydik. Bu sebeple web sayfasını açacağıma kendimi e-postalarıma ulaşırken bulmuş çok da şaşırmıştım. “Şimdi niye e-postalarımı açtım?” diye kendi kendime söylenirken bir isim gördüm; “Ahmet Şerif İzgören”…

Heyecanla açtım, bir yıllık bekleme süresi sona ermişti. Havalara uçtum. Belki bu satırları okuyanların çoğunluğu bilir, ama henüz keşfetmemişler için anlatayım; Ahmet Şerif İzgören, kitapları, sunumları, eğitimleri ve yenilikçi projeleriyle ruhunuza dokunan, hayat amacınızı, değerlerinizi, gelecek hayallerinizi (eğer önceden keşfettiyseniz) derinleştiren, (henüz bir keşfiniz yoksa) bulmanıza yardımcı olan çok ilginç bir insan!

Geçtiğimiz yıl yine bu aralar, Engin, üniversitedeki ofisime hızlı bir giriş yapıp; “Emel Abla, çok sıkı bir adam buldum!” diyerek, bana videolarını izlettirmişti. Ardından ne kadar kitabı varsa toplayıp okumuştum. Mutlaka Ahmet Şerif İzgören’e ulaşmalıydım. Onunla karşı karşıya gelip konuşmalıydım. Sonunda oturdum bir mektup yazdım. Hani eski zamanlarda yapardık ya gerçek mektup yazmalıydım. İnternet sayfasından adresine ulaştım, mektubu postaladım. Benim de bekleme sürecim başlamıştı.

O sık sık beklediğim mektubu giderek unutmaya başladım. Geçtiğimiz Pazar günü ise henüz Engin gelmeden önce bir süre dinlenme gereği duymuş ve meditasyon yapmak için uzanmıştım. Uçtum, yükseldim, hiçliğin içinde öylesine durmaktaydım. Farklı bir bilinç düzeyine gelmiştim. Zihnim boşalmıştı. Sonra Ahmet Şerif İzgören’i düşünür buldum, kendimi.

Mektubu göndereli yaklaşık bir yıl olduğunu hatırladım. Geldiğinde üniversitemin hemen karşısındaki İzmir Konağı’na gidip öğle yemeği yiyecektik, hatta mektupta da bahsetmiştim, kendisi için özel bir menü belirlemiştim. Menüyü hiçliğin içinde otururken tekrar hatırlamaya çalıştım. Zor hatırladım. Hiçliğe tekrar baktım ve “Umarım, menüyü tekrar unutmadan gelir.” dedim.

Yeniden gündelik hayata döndüğümde kendi kendime çok da güldüm.

Hiçlikte oturan bir “Emel”…

Hiçlikte bir yıl önce mektup yazıp da cevap alamadığı Ahmet Şerif İzgören’i düşünen bir “Emel” …

Hiçlikte günü belli olmayan zamanda birlikte yiyecekleri öğle yemeğinin menüsü düşünen bir “Emel”…

Kapı çalıyordu, Engin gelmişti…

Tıpkı bir yıl önceki gibi! Sadece üniversitedeki ofisime değil de Pazar günü evimize gelmişti. Sohbet ederken İstanbul’a uçak biletine bakmak için bilgisayarı açmıştım ki çember tamamlandı, e-postada gönderen kısmında “Ahmet Şerif İzgören” yazıyordu. Nasıl sevinmeyeyim!

Mektubum, eline ulaşmış çok da sevinmiş. Ancak sonraları sürekli seyahatleri, ofisinden uzaklaşması gibi sebeplerle kaybetmiş. Tekrar bulunca da e-postası ile beni onurlandırmıştı. Şimdi ilk İzmir’e geldiğinde görüşeceğiz. Ben sözü aldım, tekrar beklerim artık!

Ertesi gün Ahmet Şerif İzgören’in videolarını tekrar izlemeye koyuldum. İşlerimi yaparken bir taraftan da onun sesi odamda yankılanıyordu. Ne yalan söyleyeyim, dinlemekten ezberlediğim sözlerine, sonra da kitapları ile parlattığım hafızama kazınmış bazı bölümlerin tadına doyamıyordum. İşte bir kez daha “Simyacı” kitabından bahsediyordu. Ben okumamıştım ve artık zamanın geldiğine dair bir işaret olmalıydı bu!

Hemen Kütüphane Müdürlüğü’nü aradım. Arkadaşlar, beni de yormadan birkaç saat sonra kitabı masamda hazır etmişlerdi. Böyle kitapları, üzerinde düşünerek, çok yavaş okumayı seviyorum. Hatta insanı rahatsız edecek bir yavaşlıkta… Şu anda 86. sayfadayım. Bu 86. sayfa öyle ki şimdi durup yazmaya başlamam gerekiyordu. Simyacı’da Paulo Coelho, tarlasını, ekinlerini kaybetmiş, sonra da deveci olan bir Arap’a hayatın sırlarından birini şöyle söyletiyor:

– … Ben de sahip olmayı başardığım şeylerin yok olacağı düşüncesiyle korkuya kapıldım.
Ama çaresi yoktu bunun. Topraktan elde edilecek bir şey kalmamıştı artık, ben de yaşamak için başka bir çare aradım. Şimdi devecilik yapıyorum. Ama bu sayede Allah’ın kelamını anlayabildim: Kimse bilinmezden korkmamalı, çünkü herkes istediği ve ihtiyaç duyduğu şeyi ele geçirebilir.

İster hayatımız, ister ekin tarlalarımız olsun, sahip olduğumuz şeyleri yitirmekten korkarız. Ama hayat hikâyemiz ile dünya tarihinin aynı El tarafından yazılmış olduğunu anladığımız zaman, bunu anlar anlamaz, bu korku uçup gider.


Hayata bazen ne kadar küfrediyoruz. Hep biz haklıyızdır da başkaları haksızdır, ya! Bu geldi aklıma… Oysaki en çok istediklerimiz ve ihtiyaç duyduklarımız bize geliyor.

Bugünlerde en çok “özel” insanlara ihtiyaç duyuyorum galiba!

Tüm iş arkadaşlarıma, öğrencilerime, mezun öğrencilerime bu mutlu hikâyeyi anlattım. Öğle yemeği menüsünü de anlatmayı ihmal etmedim. Bu kez herkes benim heyecanıma ortak oldu. Beraberinde kendisinin ne kadar fazla hayranı olduğu da ortaya çıktı. Ben de bencillik yaptığımı düşünmeye başladım. Ahmet Şerif İzgören ile sohbet etme mutluluğu sadece bana kalacaktı. Engin şimdilerde Mezunlar Derneğinin Yönetim Kurulu Üyesi… Mezunlar Derneği Yönetim Kurulu’nda da konu gündeme geliyor. Sevgili Hüseyin Özer ile muhteşem bir organizasyona imza atan ve faydasını hayatlarının her alanında gören Yönetim Kurulu, bu kez Ahmet Şerif İzgören’in konferansı için heyecanlanıyor.

1-2 gündür baskı giderek artıyor üzerimde. Nedense bir çekingenlik duydum. Kendi çılgınlığım nerelere ulaşıyordu? Herkesi bir Ahmet Şerif İzgören heyecanı kaplamıştı. Nasıl söyleyecektim? Mektubumda üniversiteyi ziyaret etmesi ve öğle yemeğinde sohbet etme isteğimi bildirmiştim. e-postada durumu anlatmak da garip geldi.

Bugün öğle yemeğinde okuduğum Simyacı’dan başımı kaldırdım. Planım hazırdı;
– Kent Yaşam için yazdığım bu okumakta olduğunuz yazı, sevgili editörümüze gönderilecek.
– Yazıdan haberdar olması için Ahmet Şerif İzgören’e e-posta gönderilecek.
– Sonra yine heyecanla ne cevap vereceği beklenecek.
– Bu kadar çılgın ancak mutlulukları kendine saklamayı beceremeyen, tüm mezun ve öğrencileriyle paylaşmak isteyen birinin yazısını okuyan Ahmet Şerif İzgören, gülümseyecek ve …

Söz veriyorum, devamını da anlatacağım…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın