“İnsan” gördüm…

Biraz önce arkadaşım Aynur Özgür’e teşekkür mesajını e-posta yoluyla gönderirken gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Mutluluktan, minnettarlıktan ağladım, ruhum yıkandı sanki! Sonunda yazmaya tüm duygularımı sizlerle paylaşmaya karar verince biraz duruldum. Ağlamalarım durmaya yüz tuttu.

Tüm bu duygusal karmaşa gibi duran başlangıç cümlelerimin sebebi çok özel bir insanı; Hüseyin Özer’i tanımış olmak ve birkaç saat önce havalimanında ona “Sonra görüşürüz” demekti. Hüseyin Özer’i 4 Kasım 2012, Pazar akşamı yine havalimanındaki karşılamamız sırasında tanıdım. Yıllar önce SKY TV’de birlikte çalışma fırsatı bulduğum arkadaşım Aynur Özgür’ün muhteşem iletişim ağı sayesinde üniversitemizin Mezunlar Derneği’nin konuğu olacaktı, öğrencilerimize, mezunlarımıza “Girişimcilik Hayali” konulu bir konferans verecekti.

Karşılama muhteşemdi. İEÜ Mezunlar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Ülken, Başkan Yardımcısı Alphan Çelikel, Sayman Üye Engin Kıbrıslı, üyeler; İbrahim Evdüzen, Beril Çelikel, Gülçin Karaegemen, Doğan Haber Ajansı Londra Muhabiri Aynur Özgür, eşim Serdar Uzun, kızım İlay Zeynep Uzun hepimiz çok heyecanlıydık. Kızım Zeynep’te ayrı bir heyecan vardı. Bütün yazını mutfakta zevkle patates soyarak, kabak tıraşlayarak geçiren ve yükseköğrenimi için “Mutfak Sanatları” idealini koyan kızım İngiltere’den gelen böylesine önemli bir şefi karşılayacak olmanın büyük heyecanı içerisindeydi. Evden çıkmadan önce Hüseyin Özer için bir mektup yazıp, hayallerini resimlendirmişti. Mezunlar Derneği, Hüseyin Özer’e karşılamada takdim etmek üzere hazırladıkları çiçeği bu büyük heyecan karşısında Zeynep’in vermesini uygun buldular.



Uçak indi, bizim ekip büyük gülümsemelerle Hüseyin Özer’in etrafını sarmıştı. Zeynep, “Hoş geldiniz” diyerek, çiçeği uzattı, büyük mavi gözleri parlıyordu. Hüseyin Özer, şaşırmıştı. Aramızdan sadece Aynur’u tanıyordu ama aile sıcaklığının, içtenliğinin içine düşüvermişti. Havalimanındaki heyecan dolu anları ölümsüzleştirmek için Gülçin, fotoğraflarımızı çekti.



Sonra araçlara geçtik. Rektörümüz bu önemli konuk için kendi makam aracını tahsis etmişti. Rektör aracı şoförü Ayhan Mert de üniversitemize her daim gönülden bağlı olan bu özel mezunlarının oluşturduğu dernek yönetimine geçmişten gelen sevgisini yardımlarıyla gösteriyordu. Makam aracında Hüseyin Özer, Başkan Cengiz ülken ve ben yer alıyordum. Bir sonraki günkü programdan bahsedecektim ancak öncesinde Zeynep’in mektubunu verdim. Zeynep’in şef olma konusundaki inancı onu da etkilemişti. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. üniversitemiz, mezunlar derneği hakkında bilgi vererek yolumuza devam ettik.

İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu ve İzmir Ekonomi üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Ekrem Demirtaş’ın yaptıklarını, üniversite kurmaktaki ısrarını, azmini, kararlılığını, duydukça Hüseyin Özer’in takdirleri de birbiri ardına sıralanmaya başladı. Başkan Cengiz ülken, daha sonraları Hüseyin Özer’in gözündeki ışıkta Ekrem Demirtaş’ı gördüğünü söyleyecekti.

Kaya Termal Otel’e geldik. Artık tüm ekip bir aradaydık. Hayata dair o kadar inanılmaz tecrübeleri vardı ki! Etkilenmemek elde değildi. Açlığı, soğuğu, horlanmışlığı, kimsesizliği, sahipsizliği dibine kadar yaşamıştı. Ancak bunlara yol açanlara öylesine büyük bir minnet duyuyordu ki! Herkesin “Vah, vah, vah! Tüh, tüh, tüh!” diye dövüneceği yaşanmışlıkların titreşimlerini olumluya çevirmişti. Hatta esprili bir hale getirmişti.



Sohbet aktı gitti, ertesi güne hazırlıklar ve dinlenmesi için müsaade istedik. O kadar zarif ki bizi araçlarımıza kadar geçirdi. Bir an şaşırdık, acaba biz mi, ev sahibiyiz, yoksa Hüseyin Özer mi? O, her an sizi ağırlayabilir, yani!

Eve gittik. Normalde yatıp uyumam gerekiyordu. Ertesi gün çok yoğun olacaktı ve uyku saatim çoktan gelmişti. Biraz meditasyon yapıp rahatlamak istedim. Ancak meditasyonumun içinde de Hüseyin Özer ve bedeninin içinde gördüğüm güçlü ışık vardı. Bir türlü uykuya dalamadım. Hüseyin Özer ile tanışmak beni sonraki gün için daha heyecanlı yapmıştı. Sonunda kalktım, ertesi gün yapılacakların listesini bilgisayarda yazmaya başladım. Saat 05.00’te uyumuşum. 06.00’da da kalktım, 07.30’da işteydim. Sonunda yeni gün başlamıştı. Mutluydum.

Başkan Cengiz ülken, Başkan Yardımcısı Alphan Çelikel ve üye İbrahim Evdüzen geldiler, bir bir işleri düzenledik. Hazırdık. Cengiz ülken, Hüseyin Özer’i ve Aynur Özgür’ü almaya gitti. Kapıda bekliyorduk ve sanki kendi içimdeki bir parçayla buluşacak olmanın dayanılmaz sabırsızlığı, mutluluğu vardı.

Programa göre önce Rektörümüz Prof. Dr. Tunçdan Baltacıoğlu’nu makamında ziyaret edecekti. Çok sıcak ve verimli bir görüşme oldu. üniversitemiz öğrencilerine staj imkânı sağlayacağının sözünü verdi. Ardından İzmir Konağı’nda Mutfak Sanatları ve Yönetim Bölümü Öğrencilerimizin Şef Berrin Korkmaz önderliğinde hazırladıkları öğle yemeğini yedik. Hüseyin Özer’in keyifli sohbetinin ve anılarının tanığı olduk. Yemeğin sonunda öğrenci şeflerin ve Berrin Şef’in ellerini tek tek sıkarak, teşekkür etti. Hep birlikte anı fotoğrafı çektirdik.

Sıra konferansa gelmişti. Ben biraz önden ve koşar adımlarla konferans salonuna geçtim. Salon doluydu. Yüzüm güldü. Böylesine yoğun ve büyük sorumlulukları olan değerli bir kişiyi getirmişiz ama bir de mahcup olmak var.

Son hazırlıklara bakmıştım her şey yolundaydı. Rektörümüz ile birlikte içeri girdiler. Alkış da başlamıştı. Öğrenciler, kendisini sabırsızlıkla beklediklerini alkışlarıyla gösteriyorlardı. Sahneye doğru yönlendiğini hissettim. Bizim Ayhan Mert, yanındaydı, diğer etkinliklerin bazılarında olduğu gibi sahneye çıkacağını sanarak, o yöne yönlendirdi, Hüseyin Özer’i. Hemen yanına gittim. Elini tutmuş, oturacağı yere götürürken buldum kendimi. Kimseye böyle davranmamıştım. Kendimi garipsedim ama öylesine öz ve öylesine yalındı ki! Ben yaşını bilemediğim Hüseyin Özer’in elini değil, 7 yaşlarında arkadaşlarının yanına oyun oynamaya gelmiş, neşeli, heyecanlı, mutlu çocuk Hüseyin’in elini tuttum.

Cengiz, konuşmasına başladı. Kendisinin öğrencilik dönemindeki deneyimlerinden yola çıkarak neden girişimciliğin önemli olduğunu ve İzmir Ekonomi üniversitesi Ailesi’nin bireyi olmanın önemini, anlamını anlatıyordu.



Ardından Embryonix Merkezi Direktörü Taylan Demirkaya, İzmir Ekonomi üniversitesi bünyesinde girişimci olmak isteyenlere nasıl destekler verdiklerini anlattı. Sıra Mezunlar Derneği’nin Hüseyin Özer için hazırladığı filmi izlemeye sıra gelmişti. Filmin her aşamasını Yönetim Kurulu Sayman üyesi Engin Kıbrıslı yapmıştı. Ancak gösteriminde bulunamıyordu. JTI’da çalışıyordu ve bu etkinlik için izin alması mümkün değildi. Onunla gurur duyarak izledim filmi. Çok güzel olmuştu. Hüseyin Özer’i de filmle birlikte izliyordum. Beğendiğini hissettim.



Ve Cengiz, alkışlar sürerken Hüseyin Özer’i sahneye davet etti. Ne büyük bir coşku, ne büyük bir enerjiyle sahneye çıktı öyle!

Havalimanındaki sıcak karşılamayı anlattı. Bizlere övgüler yağdırdı. Kızım Zeynep’i anlattı, izleyicilere. Hiçbir işe benzemiyordu bu konferans. Zaten iş de değildi. Büyük bir keyif anıydı, sadece. İzmir Ekonomi üniversitesi’nde ekonomi derslerinde anlatılanların tam da tersini anlatacağını söylüyordu. Yani ezberleri bozan hayatının deneyimlerini olduğu gibi aktaracaktı.



O içindeki öz ile güçlü iletişimini en zor çocukluk günlerinde kurmuştu. Tüm unsurlar, aleyhineydi. Yine de içindeki öze kendini kapatmamıştı. Doğru yolu kendi deyimiyle “hayvansal içgüdüleri” ile benim hissettiğime göre ise üst benliği ile buluyordu. Kitaplarda yazan doğrular veya çevresinin söyledikleri değildi yol göstericisi. Bu dünyada kendinden başkasının ona yardımcı olamayacağı bilincine çocukluğunda erişmiş ender insanlardan bir tanesiydi. O hayvansal içgüdü meselesinde ısrar ediyordu. Bense onu görüyordum. Bir ara “Ben sadece bu dünyada kendimden başka kimsenin bana yardımcı olamayacağını anlamak için kaç yıl ve kaç seans meditasyon yaptım biliyor musunuz?” diye sormak zorunda kaldım.

Çocuklara çok önemli mesajlar verdi. Bunlardan sanırım en dikkatimi çekenlerden biri “En önemlisi kendinize dürüst olmanızdır.” diyordu. Evet, her zaman yapıyoruz, önce kendimize yalan söylüyoruz sonra da başkalarını suçlamıyor muyuz? En son hangimiz kendimize dürüst davrandık?

Herkesin en merak ettiği konu bunca milyon dolarları nasıl kazanmayı başardığıydı. Oysaki o parayı düşünerek çalışmamıştı. Şerefi için çalışmıştı. Hem kendi hem de Türk ulusunun şerefi için çalışıyordu. Çalışanlarına eğitim verirken “Türk ulusunu nasıl rezil etmeyiz?” sorusunun yanıtını arıyor ve aratıyordu.




Çözüme odaklanmıştı. İngiltere’deki ekonomik krizler onu durduramamıştı. Kriz varsa, Hüseyin Özer’in de çözümleri vardı. Türk kafelerini böylelikle açtığını anlatıyordu. “İnsanların yemek yemesi lazım ancak restoranda yiyecek paraları yok. O zaman onların bütçelerine uygun yemek ve yerler türetmem gerekiyordu. Bir şubemde menülere fiyat koymadım. İstediğinizi verin diyordum. O kadar memnun kalıyorlardı ki ücretinin de üstünde para bırakıyorlardı. Kriz fırsata çevrilebilir eğer çözümlerini de üretirseniz.” diye sözlerini sıralarken herkesin yüreğine aslında farklı bakış açısının tohumlarını ekiyordu.

Sahnede büyüdükçe büyüdü, ululaştıkça ululaştı. Çoğumuzun garipsediği bir anlayışı vardı. En çok kendine en büyük kötülüğü, eziyeti yapanlara minnet duyuyordu. Onlara bile kol kanat germeyi başarabilen, sevebilen bir ermişlik düzeyi vardı. O biliyordu, kötülüğü, eziyeti yapanlar olmasaydı, bugünkü Hüseyin Özer olamayacağını çok iyi biliyordu.

1 saati aşmıştı, konferansı artık sonlandırma zamanı geliyordu ancak çocukların soruları bitmek bilmiyordu. Bir yerde kesmek zorunda kaldık. İçeriye servis sehpasının üzerinde çok özel bir plaket geliyordu. Bu plaket oldukça sıra dışı bir çalışmaydı. Herkesin yani Mezunlar Derneği yönetiminin, benim ve sevgili eşim Serdar’ın bir parça fikrinin ve yaratıcılığının etkisi bulunuyordu. Hayatını mutfakta başarıya kavuşturmuş bu özel insana bakırdan yapılmış, geçmişi olan yani yaşanmışlıkların şekillendirdiği, kallavi bir kepçe hediye ediyorduk. Bakır, ahşapla bütünleşmiş, İEü ve İEü Mezunlar Derneği’nin logolarıyla, Hüseyin Özer’e teşekkür dolu mesajla taçlanmıştı.



Yönetim Kurulu’ndan İbrahim Evdüzen, servis arabasıyla sahneye taşıdı, plaketi. Başkan Yardımcısı Alphan Çelikel, Hüseyin Özer’e teşekkür ederek, bundan sonra da hayallerinin, girişimciliğinin bol kepçe devam etmesi dilekleriyle sunumu yapıyordu. Başkan Cengiz ülken, sakince uzun plaketin kapaklarını sanki bir hazine açarmışçasına açtı. Hüseyin Özer, şaşkınlıkla izliyordu, sahnede olanları. Yüzünden mutluluğu ve plaketi beğendiği anlaşılıyordu. Ancak bu plaketi İngiltere’ye götürmekten korktuğunu çünkü eşinin kızınca kendisine bu kepçeyle peşinden koşturabileceğini söyleyerek son kez salondakileri güldürüyordu. Cengiz ise, kepçenin plakete sabitlendiğini merak etmemesini belirtiyordu. Yaratıcılığını bu plaketin yapımına zevkle yansıtan sevgili eşim Serdar, tabii ki tüm faktörleri düşünmüş, kepçeyi plakete sabitlemişti.



Konferans bitmişti ancak öğrenciler, mezunlar Hüseyin Özer’i bırakmıyordu. Sorular birbirini takip etti en son sahnede anı fotoğrafı ile son buldu. Biraz soluklanmak için Mütevelli Heyet Salonu’na çıktık. Henüz gün bitmemişti. Detaylı bir program Hüseyin Özer’i bekliyordu.



Kısa sürede enerjisi en yükseğe çıkmıştı. Bundan sonrası özel röportajlara ayrılmıştı. Her bir röportaja aynı sıcaklık ve özveriyle yaklaştı. Hangi soru gelirse gelsin yanıtladı. Fikrini ideallerini yansıtmak için elinden gelenin en iyisini yaptı, aynı mükemmellikle.

Ardından İletişim Fakültesi’ndeki kayda gittik. TV stüdyosunda ekip hazırlanmıştı. Çekim yapıldı. Donanımlı öğrencileri iş yaparken gözleri başka bir parlıyordu. Bu arada çekimde emeği geçen İletişim Fakültesi Öğrencileri’ne Hüseyin Özer ile iletişime geçmemizi sağlayan DHA Londra Muhabiri Aynur Özgür, Türkçe-İngilizce haber çevirisi konusunda yazdığı kitapları hediye etti.

Şimdi de yolumuz Mutfak Sanatları ve Yönetim Bölümü’ne çevrilmişti. Şefler, öğretim üyeleri, Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nazan Turhan, bağlı olduğu Uygulamalı Yönetim Bilimleri Yüksekokulu Nilgün Gürkaynak ve öğrenci şefler, Hüseyin Özer’in çevresini sarmışlardı. üniversitenin şef önlüğü hediye edildi. Hemen önlüğü bağlayıverdi. Çok yakışmıştı. Bir şefin üzerinde İEü önlüğü çok anlamlı duruyordu. Bazı parçalar, onu hak eden insanın üzerinde değerini yansıtabiliyor. Önlüğe ve Şef Özer’e baktım, bunu düşündüm.

Sonra bu yıl aramıza katılan Şef Sedef Özgönül’ü Hüseyin Özer ile özellikle tanıştırma gereği duydum. Sedef, pırıl pırıl bir çocuk… İzmir Özel Türk Fen Lisesi mezunu… Ege üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanıyor ancak gönlü Mutfak Sanatları’nda. O da gönlünün derinden istediği bölümü tercih ediyor; Mutfak Sanatları okuyor. Artık bizim üniversitede araştırma görevlisi. Benim için ayrı bir önemi var Sedef’in çünkü kızım Zeynep de aynı onun gibi, Fen Lisesi’ni tercih etti, sonra da hedefi Mutfak Sanatları. Ben kızıma önceleri bir anlam veremedim. Fen Lisesi’nin ağır müfredatı içinde yorulmasını istemediğim için çok taraftar olmadım ancak onun kararlılığı karşısında ısrarcı olmadım. Nasıl isterse öyle yapacaktı. Sedef’i tanıyınca kızımın kararına daha bir saygı duydum. Sedef sayesinde kızımı anlayabilmiştim. Neyi seviyorlarsa öyle yapacaklardı.

İşte bu duygularıma yer vererek, Sedef’i anlattım. Sedef, biraz utandı söylediklerime ama benim için ayrı bir önemi var, elimde değil. Hüseyin Özer de çok duygulandı. Alkışladı, kendi restoranlarında her zaman Sedef’e yer olduğunu söyledi. Biliyorum bir gün Sedef, Hüseyin Özer ile birlikte yemek yapacak.

Oldukça yorulmuştuk ancak program henüz bitmiyordu. Akşama işte olan mezunlar için özel oturum düzenleyecektik. Dinlenmek için yeniden Mütevelli Heyet Salonu’na çıktık. Sohbetimiz sırasında Hüseyin Özer, cehennemi çocukluğunda yaşadığını mutfakta ise cennette olduğunu söylüyordu. Son yıllarda ben de kendi kurduğum cehennemime veda edip cennetimi oluşturmaya çalışıyordum. Hatta iki yıldır meditasyonlarımda yaşadığım yolculukları anlattığım “Cennet Yargıçları”nı bir kitaba çevirmekle ilgili çalışmaları Hüseyin Özer gelmeden önceki gün yeni bitirmiştim. Yayınevine göndermekle ilgili düşüncelerim, hazırlıklarım vardı.

“Cehennem de cennet de bu dünyada” diyordu, konuşmasının bir yerinde. Onu öylesine güçlü öylesine derinden anlıyordum ki! Son iki yıldır kendi kurduğum cehennemimi cennete çevirmeme yardımcı olan Özdeşifa üstadı Aytuğ İzat’tan bahsediyordum. Aslında Aytuğ İzat, dünyanın dört bir yanındaki hastalarının kalplerinde taşıdıkları duygusal yüklerini olumluya çevirmelerine yardımcı oluyordu. Bu anıları da “Cehennem Yargıçları” adıyla kişilerin kimliklerini gizleyerek yazmıştı. Bir kitap taslağı idi. İki yıl önce tedaviye başladığımız ilk günlerde benim de “Cehennem Yargıçları”nı okumamı istedi. Onun hikâyelerindeki pek çok kısım benim yaralarıma dokunuyordu. Her hikâyeden yola çıkarak kendi cehennemimi yazıyordum, böylelikle özgürleşiyor, ferahlıyordum. Bu noktada Aytuğ İzat, benden bu hikâyeleri komikleştirerek yazmamı istedi. Bu inanılmaz rahatlamamı sağlıyordu. O anıların canımı acıtma oranları gittikçe azalıyordu.

Hayatımda yeni bir dönem açılıyordu. Sonunda mutluluk seviyem o kadar arttı ki! Ve “Cennet Yolculukları” başladı. Cennet dönemim yeni yapılandırılıyordu. Hüseyin Özer’in çocukluk yalnızlığında özünün özünde bulduğu gerçeği, mutluluğu, yalınlığı ben son bir yıldır ufak tefek anlamaya başlamıştım. Onca yıl boşu boşuna kendime acıyarak, yani tongaya düşmüş halde tam bir zavallı gibi yaşamıştım. Bunu keşfettiğimde saygım katlanarak arttı, kendisine.

Ne yaşarsa yaşasın anılarının titreşimini olumluya çevirmeyi başarıyordu. Hüseyin Özer de benim cennetimin farkına varmıştı. Cehennem ve cennet sohbeti sırasında Aytuğ Hocam, asistanı Elmas ile birlikte geldi. Çok güzel bir karşılaşmaydı. Cennetimi kurmamda öncelikli rol alan ve destek veren Aytuğ Hocam ile eşsiz cennetini yaşayan Hüseyin Özer, buluşmuştu. Çok mutlu oldum. Sonrasında mezunlar salonu doldurdu. İşletme Bölüm Başkanı Prof. Dr. Serdar Özkan, özel oturumu başlattı. Hüseyin Özer için Engin’in hazırladığı tanıtım filmini akşam oturumuna katılan mezunlarımız için bir kez daha izledik. Ardından Hüseyin Özer, her biri girişimci olan ya da olmaya aday gençler için ışığını yaydı. Mütevelli Heyet Salonu’nu hiç bu kadar aydınlık görmemiştim.

Yemek saati çoktan geçmişti. Toplantı uzamıştı. Hüseyin Özer’i hayranlarından ayırmak mümkün değildi. Zeynep ve Serdar da gelmişti. Birlikte yemeğe geçtik. Bütün günkü tempodan hepimiz biraz dağıtmıştık ancak Hüseyin Özer, hala konuşuyor bizi bir dünyadan bir başkasına sürüklüyordu.

Aslında yemeğin sonunda bir sürpriz hazırlamaya çalışıyorduk. Cengiz ülken, aynı zamanda üniversitemizin ilk öğrencilerindendi ve Halk Dansları Kulübü’nün kurucu başkanıydı. Engin Kıbrıslı ise Cengiz’den sonraki zamanlarda “efsane” dönemi yaşatan başkandı. Restorandan kalktık. Emeğin ve gönülden servis yapan çalışanların değerini bilen inceliği ile teşekkürlerini sundu, yetkililere. Merdivenlerden indik, restoranın bünyesinde dışarıda bir pist vardı. Ses sistemi orada kuruluydu. Ve Zeybek başladı…

Cengiz ve Engin, takım elbiseleriyle kollarını kaldırdılar, “Haydi Efeleeeeeeeer!” nidaları yükseldi. Diz vuruşlar, birbirleriyle atışmalar, figürler Hüseyin Özer’e İzmir havasını birazcık daha güzel yaşatabilmek içindi. Çocuklar, oyunlarını bitirdiler, Hüseyin Özer’e baktım, daha da bir aydınlanmış gülüyordu. Bu an bir Zeybek başlığı ile taçlanmalıydı. Biz de öyle yaptık. Zeybek başlığını 2 muhteşem başkan birlikte Hüseyin Özer’e taktı.

O an, işte o an, Zeybek başlığının altında gözleri parlayan küçük bir çocuk gördüm, ben. Yalın, sadece saf sevgiye ihtiyaç duyan, küçük bir çocuk…

Hem Türkiye’de hem de İngiltere’de kurduğu vakıflarla çocuklara gizlice yardım eden, okutan Hüseyin Özer, her birinin yarasını sararken mutlaka kendi çocukluğunu da iyileştiriyordu. Para onun için öncelik değildi. Şeref, dürüstlük ise olmazsa olmazıydı. Türkiye’yi şerefiyle temsil etmek, rezil etmemek omuzlarında taşıdığı en büyük yüktü. Para daha çok vakıfları, yardıma ihtiyaç duyan çocuklar için gerekliydi.

Oysaki hepimiz ne yapıyoruz geçmişimizden gelen büyük ya da küçük anıların olumsuz anılarını omuzlarımızda yük olarak taşıyoruz sonra altında eziliyoruz. Hüseyin Özer gibi daha şerefli yükler almayı hiç düşünmez miyiz?

6 Kasım’a geldiğimizde yollara düştük. Londra’daki restoran ve kafelerinde mutlaka müşterilerine 1 kadef şarap ya da şampanyayı ücretsiz verdiğini duymuş ve bu uygulamasından etkilenmiştik. Onun için yönetim kurulu Hüseyin Özer’i Urla Şarapçılık’a götürmek istedi. Bağlar, muhteşem bir tesis ve ince düşünülmüş ayrıntıları inceleyerek gezdi. Arkadaşlarıyla Urla Şarapçılık’ı kuran Can Ortabaş biraz gecikmeli de olsa aramıza katılmıştı.



Hüseyin Özer, Londra’da mutlaka Türk şaraplarını menüye koyduğuna dikkat çekti. Nerede olursak olalım, vatanını sevmek sanırım önce çok çalışmak, dürüst olmak ve milletinin ürettiğine, değerlerine sahip çıkma idealleri üzerine kurulu, diye düşündüm.




Urla Şarapçılık’taki incelemelerin uzun sürmesi sebebiyle uçağa geç kalma ihtimali çıkmıştı. Restoran rezervasyonunu iptal ettik. Cengiz’in annesi muhteşem börekler hazırlamıştı. Zeytinalanı’na uğrayarak 2 tepsi börek aldık. Yolda giderken hem güldük hem börekleri yedik. Bir taraftan da hüzün kaplamaya başlamıştı. Ne yani, şimdi 3 gündür, bütünlüğüne, huzuruna, neşesine, derinliğine, bilgeliğine, ışığına bu kadar alıştığımız Hüseyin Özer ile son anlarımızı mı yaşıyorduk?



Koşarak, havalimanına girdik. Birinci güvenlik şeridinden telaş içinde geçerken Hüseyin Özer’in ayakkabısına yere atılmış bir sakız yapıştı. Hüseyin Özer, yurttan ayrılırken ayakkabısına yapışan sakızı çıkartmaya bir taraftan da işlemlerini yaptırmak için zamanında yetişmeye çalışıyordu. O an Türkiye’de hala insanların başkalarına saygı göstermediğini fark etti. Düzelmeleri için dilekte bulunuyor gibiydi. Geçmişinde ülkesinde onu geriye doğru çekmeye çalışanların bir yansıması gibiydi, ayakkabısına yapışan sakız.

İşlemleri yapıldı. Ve bizim geçemeyeceğimiz güvenlik bölgesine geldik. Her birimize candan sarıldı. Yüzümüz hem gülüyor hem düşüyordu. Biletini güvenlik görevlisine gösterdi, geçti. Hemen arkasına baktı, hepimiz çılgınlar gibi el sallıyorduk. Bir iki adım daha attı tekrar döndü, daha güçlü el sallıyorduk. Bu kez daha zor arkasını döndü. Birkaç adım daha ve sahne güçlenerek tekrarlanıyordu. Gözlerim çoktan dolmuştu. Gideceği koridorun sonuna gelmiş gibiydi. Köşeyi dönmeden önce tekrar döndü artık o da güçlü bakamıyordu. Gözyaşlarım sicim sicim olmuştu. Köşeyi döndü tekrar kafasını çıkardı, bir kez daha el salladı.

Bunları yazarken yine ağlıyorum. Üç gün sadece Hüseyin Özer’i üç gün tanıdım. Yanımda en sevdiğim insanlarla çevrili üç gün…

Son sabah demişti ki “Artık ben sizin ruhunuza girdim. Kalpleriniz eşlerinizin, sevgililerinizin ama ruhunuza ben işledim artık!”

Küçük valizi elinde, geriye dönüp dönüp el sallayan Hüseyin Özer’in yerine küçük, yalnız bir çocuk gördüm.
Sevdiklerinden ayrılmak istemeyen ama gitmesi gerektiğini bilerek cesaretle adımlarını atabilen güçlü, özünü asla kaybetmeyen, keyifsizliğin keyfini bile çıkarabilen küçük bir çocuk; Hüseyin Özer’i gördüm.
Ben gerçek bir “insan” gördüm.

Önceki gün Mütevelli Heyet Salonu’nda özel oturum öncesi dinlendiğimiz sırada sohbet ederken uzun zamandır görmediğim kızım Aslı Erinç, sürpriz yaparak yanımıza gelmişti. Aslı, üniversitemizin Halkla İlişkiler Sorumlusu idi. Dört yıllık tekerlekli sandalyedeki günlerimde olmayan bacaklarımın yerine geçercesine koşturmuş, çalışmış, özündeki iyiliğe sonsuz güvendiğim “kızım” dediğim özel insandı. Hüseyin Özer’e Aslı’yı başka bir yere göndermenin ne kadar zor olduğunu sonrasında da çok fazla sevdiğimi uğurlamak zorunda kaldığımı anlatmıştım. Ardından da bununla baş etme yöntemimi aktarmıştım.

Aytuğ İzat, böylesine ayrılık acısı çektiğim bir günde Kızılderililerin hiçbir zaman “güle güle, hoşça kal” demediğini sürekli “sonra görüşürüz” ifadesini kullandıklarını söylemişti. Nerede, nasıl olursak olalım, hepimizin birbirimize bağlı olduğumuzu ve bütünün parçaları olduğumuzu öğretmişti bu ders bana. O günden sonra kimseyi “güle güle, hoşça kal” diye uğurlamadım. Hep “sonra görüşürüz” dedim. Hüseyin Özer de baş etme yöntemimi beğenmişti.

Şimdi ona diyebilir miyim, “güle güle” diye?

Tek sözüm var;
Sevgili Hüseyin Özer, sonra görüşürüz!
Çünkü ben “insan” gördüm…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın