Kendi kendine konuşmak…

(Bir masalın başlangıcında söylenen o ünlü tekerleme gelir aklıma bir romanı, bir öyküyü, bir şiiri okurken: “Yıllar yıllar önce, evvel zaman içinde kalbur saman içinde…” İşte edebiyat ürünlerinin sözcükleriyle tanışmam da o kadar eski. 14 yaşındaydım, kompozisyon yazma yarışmasında ‘Buğulu Kahve’ öyküsünü kaleme almıştım, ödül verdiler. O ödülden midir bilinmez ama tiyatroya başladığım ilk hevesten bugüne rol kavramına sadece oyun metinlerinden değil edebiyata yansıyan sözcüklerden de yola çıkarak yaklaştım. Her romandan, öyküden, şiirden tiyatro ile ilgili bir sözcük devrildi içime. Tiyatro, oyun sözcükleri, söyleyiş biçimleri nasıl yansımıştı yapıtlara, hep merak ettim. Bu merakın sonunda doğdu bu tür yazılar. Yakın Kitabevi’nin dostluk dolu ortamında yapılan bu söyleşiye, yaşanan olumsuz ortama inat, tiyatronun varsıllığına dikkat çekme uğraşı diyelim. )

“Vakit geçirmek için yaptığım şeylerden biri de Yapıbozumcu Eşya İncelemesi adını verdiğim bir oyunu saatlerce oynamak. Gözüme çarpan ilk nesneyi alıp salondaki masif yemek masasının üzerine yerleştiriyor, perdeleri kapayıp kapıları kilitliyor , odanın zifiri karanlığına gömüldüğüne kanaat getirdikten sonra da okuma lambamı uzatma kablosuyla masanın üzerindeki nesneye doğrultup her türlü ayrıntısını inceliyorum.” (Unut Gitsin s 10)

Bu öyküyü okumaya başladığım zaman Kerem Işık’ın satırlarında kayboldum; bir sahnenin karanlığında, derinliğinde kaybolur gibi… Bizim yaptığımız da o değil miydi? Sahnenin zifiri karanlığına tutulan bir spot ışık altında karakterin objectif ve subjectif kişiliğini en ince ayrıntısına kadar incelemek. Bir kitapçı vitrininde kitabının adını gördüğüm an takılıp kalmıştım camekânın önünde: Aslında Cennet de Yok.

Bir camın arkasından göz kırpan kitap “ayrıntılara takılıp kalmama” neden oldu. Sonra… Sonra sözcükleri tükettim bir bir. Tiyatronun geniş atlasında yeni keşifleri öykü dilinde bulmak kışkırttı zihnimi ve Işık’ın her sözcüğü oyun olgusuna, tiyatroya biraz daha yaklaştırdı beni. “İşte, şimdi içime çevriliydi gözlerimdeki o deli bakış.” (Bir Tuhaf Rüyaymış Zaman s59)

Işık, İzmir doğumlu. Kimya mühendisliği okuduktan sonra yüksek lisansını Fizik alanında yapıyor ama tiyatro yapıtları hep yakın dostu olmuş: “Annem ve ablam İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Onun için cilt cilt Shakespeare kitapları arasında büyüdüm. İlk kez Shakespeare fısıldadı kulağıma sözcüklerini. İlk okuduğum kitap Shakespeare’in Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası oyunu oldu. Shakespeare’in bütün yapıtlarını okudum sonra. Sözcükler bilinçaltıma konuk olmuş demek ki…” Böyle başlayan serüvenle Kerem Işık, öyküden öyküye yaptığı yolculuklarda yeni sözcükler üretmeye başlıyor elde kalem. Yazdığı her öyküde – kendi deyişiyle bilinçli olmasa da – tiyatro ortamı, oyun kavramı gelip oturuyor bir köşeye. Yıllardır görmediği bir dostun kapıdan süzülüşüne tanık olmak gibi aralanıyor bilinçaltının kapıları…”Tiyatroya hep ilgi duydum. O rengârenk kostümlü, yüzleri pudralı insanları görmek hep heyecanlandırdı beni. Usul usul anıları biriktirmekti yaşam. Yarı aralık bir kapının arkasında ne olduğunu merak eden bir çocuk gibi yaşadım yıllarca. O nedenle, soyunma odalarının buram buram ter ve sprey kokan ortamına; o kokuların soyunma odası kapısından yayılışına tanık olmak, sanatın kışkırtıcı gücüyle tanışmaktır bir bakıma…”

Kerem Işık’ın öyküsünde dile getirdiği gibi tiyatronun spot ışıklarını da ben tuttum Işık’ın öykülerine . Tiyatronun “mümkün olan ve olmayan her şey , uzam içinde birey ” bakış açılarını Işık’ın öykü satırları arasında keşfetmek mümkün.

“Bugün yani haftanın üçüncü gününde , tiyatro binasına bakan, yan duvardaki dev reklam panosuna karşı hep anlamlandıramadığım bir ürküntü duyduğum bu beş katlı apartmanın üçüncü katındaki zevksizce döşenmiş dairemde, önümde üst üste yığılmış yazı dolu sayfalara bakarken mümkün olan her şeyi düşündüm, diyorum kendi kendime.” (Bu Bir Oyun Bir Oyun mu Bu s 38 )

Öyküde, bir dergiye yazı yetiştirme telaşında olan bir kişi vardı karşımda. Komşuları üzerine düşünen, onları hayalinde oyun kişilerine dönüştüren bir yazar. Sözcüklerle boğuştuğu için beyin denilen o pelte yapı içinde , başı hep önde dolaşan, oturduğu apartmanda kimlerin yaşadığını ıskalayan bir cümle üreticisi . Kişileri kokularıyla çözmeye çalışan yazar yaşadığı düşsel ilişkileri hep oyun kavramına oturtmaya çalışır :

“Oysa ikinci kattaki kıvırcık saçlı genç kız farklı. Bana gülümsedi. Koskoca dudaktı o an. Saçsız, başsız, kulaksız, burunsuz! Bildiğin dudak. (…) Dudak, boşluğu yararcasına gülüyor. Âlemsin, diyerek uzaklaşıyor. Arkasından seslenmek üzereyken vazgeçiyorum. Bu bir oyun olmalı. Benimle oyun oynuyor, diye düşünüyorum. Ara sıra ben de oyun oynarım insanlarla.Birbirinden ayırt edemediğim yüzlerini kesip başka başka fotoğraflardaki başka başka insanların yüzlerine yapıştırırım. Yepyeni roller veririm onlara. Bu bir oyun. Sadece bir oyun.” (Bu Bir Oyun Bir Oyun mu Bu? s 40)

İçsel yolculuğumda öyküler eşlik ediyordu bana. “Ellerim ceplerimde sağımdan solumdan geçen insanları izleyerek yürümeye devam ediyorum. Yüzlerine bakarak kim olduklarını, nereye gittiklerini, ne iş yaptıklarını, evli olup olmadıklarını, hayatlarında hiçbir büyük kavgaya karışıp karışmadıklarını düşünüyorum.” (Unut Gitsin s 13)

Unut Gitsin öyküsü bir şirket çalışanının “hiçbir sonuca ulaşmayan toplantılardan” , iş ortamından sıkıldığı anda yaptığı gözlemleri içeriyor. Gözlem satırlarını okudukça , gözlemin dışsal değil içsel olduğunu, parçalanmanın eşiğinde bir iç hesaplaşmaya kaydığını anlıyoruz.

Çalıştığı ruhsuz beton yığınının önündeki güvenlik görevlisi Ahmet’i sonsuz bir gösterinin parçası olarak yorumlayan Işık’ın öyküsündeki kahramanımız , Ahmet’in bilmediği , tanımadığı yönleri üzerine kafa yorar: “Kusursuz bir aşk yaşıyor olmalı belki, amatör tiyatroyla ilgileniyor ya da hafta sonu balık tutuyor. Tüm bu olasılıklar ve küçük ayrıntılar ilginç kılıyor Ahmet’i benim için. Onu aklımda bir dünya kurup farkındalığından sıyrılmış canlı bir kukla haline getirmeme olanak sağlıyor.”

İş yaşamına ve kapana kıstırılan bir fare gibi küçük metre karelere bölünmüş ofislere hapsolan öykü kahramanları Bay K.’nın serüvenlerinin dekorunu oluşturuyor sanki. Kafkavari bir ortamın loşluğunda kayboluyor bireyler. “Kafka’yı çok severim ,” diyor yazar karşılıklı cümleler paylaştığımız görüşmemizde. “Kafka ve Beckett’i çok okurum. Kafka’yı mizahı nedeniyle severim. O, aslında trajik ortamları mizahla anlatmıştır. Mizah gözüyle okursanız gülebilirsiniz de… Çünkü, Gregor Samsa böcek haline dönüştüğünde bile işe gidemedim diye düşünür. Bu komik bir durumdur. O nedenle Kafka’nın yarattığı traji komik ortamı çok severim.” Kafka’ nın oyun karakterleri gibi, Işık’ın kimi öykü karakterleri de “Avazı çıktığı gibi bağırmak” isteyen , zamansız bir zamanı gösteren saatlerin tik takları arasında sinir krizinin eşiğinde yaşayan kişilerdir. “İş, güç, faturalar, borçlar, yarım kalmış sevdalar” arasında albatros olmayı düşlerken çok hörgüçlü deveye dönen bu kişiler , aklının oyununa perde açtırır çoğunlukla. Perde açan bu oyunda bir oyuncunun rol kimliği ile yer değiştirmesi gibi kişiler de başkalarının düş gücünde yer değiştirir :

“Tanıdığım, bildiğim yaşam acemisi, şekilsiz insan taslağı Ahmet sırra kadem basıyor da yerine bambaşka biri geliyor: Akşam Ahmet’i koyuyorum adını ve ona bakmaya başlıyorum.” ( Geçip Giden Tüm Gülüşler s 23)

Bu tür insanları “bir yaşam acemisi, şekilsiz bir insan taslağı” olarak niteleyen yazar adım adım yaşamayı öğrenmenin sırrını oyunculuktaki ilk adımla, ilk duyguyla birleştirir:

“Adım adım öğrenmeliyim yaşamayı öyle değil mi? Önce nefes alıp vermekten başlamalı. Ben ara sıra nefes almayı unuturum örneğin. Bir süre nefes alamayınca kızarıp bozarır, hınçla nefes almaya başlarım yeniden. Nefes almadığım saniyelerin acısını çıkarmak istercesine açıp kaparım ağzımı. (…) Durup dururken , ortada hiçbir neden yokken kendimi büyük adam kıyafetleri içinde ufacık bir çocuk gibi hissediyorum. Omuzlarım, kollarım, bacaklarım küçülüyor. Bir tek başım olduğu gibi kalıyor. Unutulup unutulup içki masalarında hatırlanan özlü sözlere döndüm. ” (Geçip Giden Tüm Gülüşler s 24)

Özlü sözlerin üreticisi olmak… Ne zor oyunculuk uğraşıdır , bilenler bilir… Sonra eski program dergilerine sıkışan, bir sohbet ortamında anımsanan oyun sözcükleri… Donuk bir flüoresan lambanın aydınlattığı soyunma odalarına sıkışan sözcükler… Bu bir oyun olmalı!

“Seyircinin aktif olduğu ya da olayın içinde olduğu Suratına Tiyatro( İn Yer Face ) tarzı oyunları seviyorum ve etkileniyorum.” Tiyatroyu bir sözcükle özetlemesini istediğimde ise, “yaşam ” sözcüğünü kullanıyor Işık. Bu nedenle de yaşamın içine daldığı anlarda, ilişkilerde hep bir tiyatro sahnesi hayal ediyor:

“Kalabalığın arasına karıştığımda dinleyenlerin yüz ifadesini incelerim. Kalkan kaşlar, inen kaşlar,sallanan başlar… Ve tüm bunlar olurken abartılı el kol hareketleriyle kalabalığa bir şeyler anlatan o insanı bir tiyatro sahnesinde hayal ederim. İşte o an, el kol hareketleriyle kalabalığa bir şeyler anlatan bu kişi bir tiyatro oyuncusudur benim için. Tozlu sahnede bir oraya bir buraya koşturarak elini kolunu sallamaktadır.” (Aslında Cennet de Yok s75)

Kitabı bıraktım bir köşeye, sözcükleri de… “Sesler katılaştı, düşler katılaştı , silik birer fırça darbesine dönüştü her şey.” Rol kimliğinin sevinçleri ile gülen; öfkesiyle öfkelenen ve ağlayan ben yıllar sonra elimde kalan hüzünleri düşündüm bir bir. Hüzün gelip oturdukça duygularımın baş köşesine oyundan hiç kopmayan bedenimde tekrar açıldı perde ve ben oyuna yeniden dahil oldum:

“Tiyatro binasına rengârenk kostümlü, yüzleri boyalı insanlar giriyor. Onları, ellerindeki biletleri heyecan içinde sallayarak koşan çocuklar takip ediyor. ( Bu Bir Oyun Bir Oyun mu Bu s 41 )

Bir koltuğa iliştim. Zihnimin “duvarındaki lekeler gölge oyunlarından geriye kalanlar sanki. Renk cümbüşü gölge oyunuyla birleşti.” (Yazmak s 81)

Ve açıldı perde…

“Kimsen var mı?”
“Yok”
“İsmin ne peki?
“Yok”
Ölüm
“Yok”
Yaşam
“Yok”
Aslında cennet de-
“Yok”
İşte o zaman kendi kendime konuştuğumu fark ettim.” (Aslında Cennet de Yok s73)


Politikacılar ne zaman sanattan çok iyi anladığını iddia edip , tiyatroyu şekillendirmeye kalksa tiyatrodan hayır gelmeyeceğini en iyi bilenlerdenim. Kültürel mirasa sahip çıkıp, tiyatro devleti yaratılmadığı sürece yok sözcüğü -ilerleyen günlerde – tüm tiyatro ve tiyatrocular için geçerli olacak sanırım.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın