Ben “üçüncüsünü” seçtim!

Çoğumuzun “mezara” götüreceği sırlar vardır değil mi?

Her ne kadar “iki kişinin bildiği sır değildir” saçmalığı dolanıyorsa da ortalarda, ben öylesine bir “sır” taşıdım ki bugüne kadar…

Sırrın yaşandığı yeri, sırrın kahramanlarını ve zamanını yazmayacağım.

Yani ben sırrı taşımaya ve mezara götürmeye kararlıyım. Çünkü “kardeşliğime” söz vermiştim. Ama bu sırrın mesajlarını vermenin tam sırasıdır diye düşünüyorum!

“Ahmet” çok başarılı bir gençti.

İzmir’de yaptığı her çalışma takdir toplardı.

Benim en yakın arkadaşlarımdandı “Ahmet”…

Çocukluğumuz bir arada geçmişti. Ben Ankara’ya, Hacettepe’ye doğru yollanırken “Ahmet” bir üniversitenin çok istediği bölümünü kazanmıştı.

Daha öğrenciliği sırasında da mesleğinin en büyük kalelerinden birinde işe de başlamıştı…

İstanbul’da HBB TV’na başladığım sıralar “Ahmet”, İzmir’de meslekte kulvar değiştirmiş, transfer olduğu yerde de “müdür” olmuştu…

Sıkça telefonlaşır, İzmir’e geldiğimde de mutlaka bir araya gelirdik.

En sevdiğimiz de “Topçu’da çöp şişti”…

Gün geldi İstanbul’dan İzmir’e döndüm.

Döndüğüm günlerde “Ahmet ve ekibi” bir projeyi hayata geçirmeye başlamışlardı. Proje duyulduktan birkaç gün sonra onun çağrısıyla yine buluşmuştuk.

O coşkulu, kendine güvenen “Ahmet” gitmiş, kaşık gürültüsünden bile tedirgin “başka” biri gelmişti…

“Ne oluyor kardeşlik” diye sormuştum?

Sağına soluna baktı, masaya doğru eğildi ve “Kardeşlik başım fena dertte” dedi… “Hayırdır” dedim, “Burada olmaz yürüyelim, anlatırım” dedi.

Yürümeye başladık…

“Kardeşlik” dedi, “Bizim yeni iş var ya, bilmeden öyle bir halt etmişiz ki başıma iş açtı, adamlar benimle görüşmek istiyor, meğer bizim işin hikâyesi Tanzimat’a kadar gidiyormuş…” dedi.

“Ahmet” o akşamın ertesi ısrarla beklendiği görüşme yerine gitti.

(Görüştüğü kişiye biz “Muzaffer” diyelim…)

Muzaffer Bey, İzmir’de zenginliğiyle, yardımseverliğiyle, güler yüzüyle tanınan bir cemiyet insanıydı ve hala da öyle…

“Muzaffer”, “Ahmet’i” sıcak gülümsemesiyle karşılayıp ofisine “buyur” ettikten sonra:

“Ahmet seni çok severim, sevmeseydim görüşmezdim zaten. Yaptığın işe hemen son vermeni rica ediyoruz. İzmirliler’in bildiği yeterli, araştırman bir şey kazandırmaz İzmir’e, ama seni yok eder, sefil eder. Hâlbuki sen gelecek vaat eden gençsin. Medarı iftarı olabilirsin İzmir’in. Şimdi sana üç seçenek sunacağım, birini kabul et ve devam et. Birinci seçenek istediğin kadar para verelim ama “çalışmayı bırak”, ikinci seçenek bu çalışmadan vazgeç seni …..’da nerede hangi mevkii istiyorsan gönderelim ve hayatın boyunca bu yaptığını unutmayalım. Gelelim üçüncü seçeneğe. Parayı alma, …..’a da gitme ve çalışmanı bitirme. O vakit biz de seni hayatın boyunca sefil edelim. Aç kalmayacak şekilde yaşamanı sağlayalım. Yeni evlisin, çocuğun yolda, onların geleceklerini ve yuvanın saadetini garanti edemem. Git düşün ve yarın bu saatte burada yüzüme karşı kararını söyle…”

***

Bu konuşmadan iki gün sonra görüştüm ve “karar verdim kardeş” demişti, “….’a gidiyorum”.

Gerçekten de iki ay içinde …..’da başladı yeni yaşamı.

Bugün mesleğini “yan sanayi” olarak icra ediyor.

….’a gittiğinden beri doğrudan görüşmedim.

Ama selamını alıyorum ortak dostlardan.

***

Şimdi gelelim annemin, babamın, kardeşimin, eşimin, oğlumun, yeğenimin ve benim doğduğumuz İzmir’e…

İzmir “iki yüzlü” bir şehir.

Ben bu “yüzlerden” ikincisine mensubum.

Belki inadım belki akılsızlığım belki yüreğim yüzünden ne birinci yüze dahil olabildim ne de birinci yüzün “çözüm ortağı”…

“Ahmet’e” üçüncü seçenek olarak sunulanı ben eksiksiz yaşıyorum!

İzmir’in son 174 yıllık geçmişinde hep iki yüzü oldu.

İzmir, iki İzmir’den oluşuyor.

Yukarı ve aşağı…

Yukarı İzmir ne yaparsa yapsın hep kaybediyor.

Ama aşağı İzmir ne ederse etsin hep kazanıyor!

Daha önce de söylemiştim.

Eşrefpaşa, Çimentepe ve Ballıkuyu ile Kadifekale eteklerinde geçti çocukluğum ve ilk gençliğim. 43 yıldır doğduğum ve büyüdüğü yerlerde daha insanca ve rahat yaşamak anlamında bir şeylerin iyiye doğru “değişmesi” gerekirdi.

Çünkü İzmir’in “aşağı mahallesi” bu 43 yılda inanılmaz değişti…

Alsancak (Punta), Karşıyaka (Kordelya) sahil, Güzelyalı (Kokaryalı) ve uzantıları olan Narlıdere ve Bornova’nın bir bölümü özellikle, İzmir’in hep kazandığı, asla kaybetmediği yerler.

Tıpkı son 174 yılda olduğu gibi…

Peki neden?

Neden “yukarı mahalle” sefaleti yaşam biçimi kabullenirken “aşağı mahalle” sefahati kentselliyor?

İzmir’in bir “gizli tarihi” var.

Asla dokunulamayan, moda deyimle “dokunanın ya yandığı ya da ikbale erdiği” bir tarihi var.

Benim kardeşliğim “Ahmet” ikbali seçti.

Lakin son 20 yılın bana verdiği hakla yazıyorum ki farkında olmadan ben de “üçüncü” yolu yani “yanma” yolunu seçmişim…

Örneğin bugüne kadar bir kimse bile ciddi bir biçimde mesleki yaşantımdaki istikrarsızlıkların nedenini sormadı.

En küçük krizimde derhal çeşitli hükümler verilebildi acımasızca…

Mesela merhum hayırsever Salih İşgören’in hayatını araştırmaya kalkıştığımda bir bakmıştım “işsiz kalmıştım”!

Ya da neredeyse 1997’den beri görüştüğüm, çok sevdiğim bir ağabeyim, bir fabrikanın hasta ettiği vatandaşlara “gazeteci” kimliğimle sahip çıkmaya çalıştığım için benimle selamı kesiverdi…

Ya da başka başka olaylar…

Mütevazı olmayacağım, bugün İzmir TV’lerinde belki de en çok seyredilen sabah programını yapıyorum.

Sponsor adaylarının “nasıl vazgeçirildiğini” tahmin edebiliyorum.

İzmir’de reklam ve sponsorluk işlerinin “kimlerden” ve “nerelerden” geçtiğinin farkındayım…

Ve ne yazık ki İzmir’in muhafazakârlarının da “İzmir’in gizli tarihine eyvallah” dediklerini üzülerek görüyorum.

Aşağı mahalle, yukarı mahalleyi ancak kendine “biat” ederse kabul ediyor.

Kendi mahremiyetine sokmuyor belki ama aslanlar gibi “ayak işlerini” yaptırıyor.

Yukarı mahalle tüm sakinliğini, biçareliğini, inancını, sefaletini ve cehaletini, “kadere” bağlarken; aşağı mahalle sadece bu dünyada geçerli olan şeytanlığının hazzıyla kaderini “kendi çiziyor”.

Ya da çizdiğini sanıyor…

Özellikle İzmir “serbest şehir olsun” diye öne çıkanların beyinlerindeki 174 yıllık anlayışın hâkimiyetini anlayabiliyorum.

Lakin İzmir’de bu 174 yıllık hâkimiyetle savaşacak bir güç yok!

Bazı sorular oluşturup “keseceğim” yazıyı…

Fakat yazının tamamını okumayı başarmış okurlarım varsa aranızda, soracağım sorulara yanıt versin. Tabii verebiliyorsa…

Düşündünüz mü hiç?

Düşündünüz mü hiç, neden Levantenler zamanında “en rahat kent” İzmir?

Düşündünüz mü hiç, neden İzmir’in “yukarı mahalleleri” hep virane de “aşağı mahalleleri” kâşane?

Düşündünüz mü hiç, Yunan İşgali sırasında İzmir’deki “yukarı mahalleler” tarihinde neler olmuş?

Düşündünüz mü hiç, işgal zamanı “yukarı mahalleden” aşağı inenler neler yapmış da ikbale ermiş?

Düşündünüz mü hiç, işgal sonrası kaçanların evlerine, işlerine “kimler” konmuş, “konanlar” sonra ne olmuş?

Düşündünüz mü hiç “Sarı Kışla” neden yıkılmış?

Düşündünüz mü hiç, işgal sırasında işgalcilerle ilişkileri hep mesafeli olduğu halde işgal sonrasında Levantenlerin “çoğu” geldikleri yerlere “dönmüş”? Dönenler “varlıklarını” kimlere “emanet” etmiş ya da “vermiş”?

Düşündünüz mü hiç, Kordon’da o güzelim evler “neden” yıkılmış da yerlerine neleri, kimler dikmiş?

Düşündünüz mü hiç, 174 yıldır siyasette, ekonomide hep önderler neden “aşağıdan” çıkmış? “Yukarıdan” çıkabilenlerse “nasıl” çıkmış? (Buna ilişkin de çarpıcı bir örnek biliyorum. Bir zamanlar biri, biriyle karşılaşmamak için nasıl uğraşırdı da şimdilerde yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen kanki oldular? Bir zamanlar “cemiyetin” avam diyerek kabul etmediği “biri” bugün nasıl “kral” oldu! Bu hikaye de son 174 yıllık biatlarının belki de en farklısı!)

Düşündünüz mü hiç, yukarılarda “çağdışılık” egemenken “aşağının” nalıncı keseri misali kendine yonttuğu “çağdaşlık” neden slogan?

Düşündünüz mü hiç, “gâvur” nitelemesi tarihte dünden bugüne “yukarı mahalle” tarafından “aşağıya” doğru sıkça telaffuz edilirken, aşağı mahalle bugün neden “gavur” nitelemesini tüm kente mâl etmiş?

Evet, ben yazdım. Merak edenler için e-posta adresim hasantahsink@hotmail.com.tr. Sorusu olan yazabilir. Karşı çıkan da çıkabilir, onaylayan da…

Ne diyeyim, unutulmasın, keser döner sap döner bir gün hesap döner…

Ve alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…

“Yukarıdakilerin” son nefeslerinde çoğunlukla ne söylediğini biliyorum.

Lakin “aşağıdakilerin” içinde onca varlığa rağmen “sona giden” yolda haşlama patatese talimini de biliyorum…

Neyse… Gün ola devran döne!

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın