Çocukluğumun tatları…

Ne zaman çocukluğum ile ilgili ayrıntıları hatırlamaya çalışsam kendimi hep yazar dostum Sadık Yemni ile karşılaştırdığımı ve ona gıpta ettiğimi fark ettim. Gözlem yeteneği müthiş bir çocuğun, hafızası kuvvetli ve ifade yeteneği harika bir yazara dönüşmesi ne büyük şans. Sadık sanki anılarını bir sandık içine hapsedip yola çıkmış, zamanı geldiğinde de onları yerlerinden hiç bozulmamışçasına bir bir çıkarıyor gibi. Bu duygumu onunla paylaştığımda her şeyin zihne yaptırılan sayısız antrenmanlarla mümkün olabileceğini söyleyerek beni rahatlatmaya çalışmıştı.

Epeydir bu konuda hayıflanmayı bıraktım ve ben de beynime zaman zaman hatırlama seansları düzenledim. Üzerinde çok düşünsem ve dediği gibi zihnime antrenmanlar yaptırsam hoş ayrıntılar hatırlayabildim hatırlamasına da ilk aklıma gelenler daha çok çocukken yediklerim oldu.

Mahallemizin sınırlarını ilk zorlamam belki de her çocuk gibi İlkokula başlamamla oldu. Annemin çok sevdiği ve anneme çok emeği geçmiş olan Ciciannem, biz kardeşimle ona bu adı takmıştık. Ciciannem Neriman Hanım, annemin Mahpeyker halasının kızıydı, iki yıl bizimle yaşamış ve bizim evimizde vefat etmişti. Vasiyetlerinin arasında benim kendisinin de gittiği Gazi İlkokulu’na yazdırılmam vardı. Tabii ki bunun üzerine kaydım oraya yapıldı. Ancak okul bize hayli uzaktı. Bizim evimiz Kahramanlar’da okul ise Alsancak’taydı. Civarda benim gibi Gazi İlkokulu’na giden çocukların velileri birleşip bir araba kiraladılar. Uçuk mavi metalik boyalı.. Sarı/siyah damalı şeridi olduğuna göre dolmuş ya da taksi olmalıydı. Markası da sanırım Chevrolet’ydi. Çantalar bagajda ( tepeleme dolduğundan kapağı hiç kapanmazdı ) bizler ise kucak kucağa arabanın içinde gidip gelirdik. Bugün okulların önünde dizi dizi sıralanmış minibüslerden farklı ve kesinlikle daha maceralı bir servis aracımız vardı. Kendimi hep önde otururken ve kulağıma gelen değişik müzikleri dinlerken hatırlıyorum.

“O mami, o mami mami blu o mami blu”… Kulakları benim gibi steril bir müzik eğitimi alarak terbiye edilmiş bir çocuk için oldukça değişik şarkılardı. Babamın en sıkı müzik disiplini uyguladığı dönemlerdi. Evde sadece Halk Müziği ve Klasik Batı Müziği dinlenirdi. Bir piyanomuz vardı ve haftada birkaç kez babama Batı müziği ile ilgili dersler vermek üzere konservatuardan bir hoca gelirdi. Türk Sanat Müziği de dinlenmez, arabes’in adı asla geçmez, geçemezdi. Evde henüz televizyon yoktu. Zeki Müren, Neşe/Gülden Karaböcek ve diğerleri ancak Kahramanlar-Konak arası dolmuşlarda Kemeraltı’na alışverişe gidilirken kulağıma çalınırdı o kadar.

Gazi İlkokulu’nun Sevinç Pastanesi’ne bakan yüzünde sol tarafta bir büfe keşfetmekte gecikmedim. Minik minik renkli drajelerden oluşan Melek sakızıyla ilk orada tanıştım. Normal boyda bir sakız elde etmek için paketteki tüm drajeleri ağzınıza atmanız gerekirdi. Okul çıkışı her gün eve dönerken mutlaka Tarkan’a bir şeyler getiriyorum. Ablayım kolay değil. Kardeşim her gün aldığım sakız, çikolata, küçük oyuncaklara fena alışmış, eve bir gün bir şey almadan gelirsem mahzunlaşıyor.

Yeni sakızlarım ve okulumdan memnun mesut hayatımı devam ettirirken zamanı geldi okumayı söktüm. O gün tahtada kırmızı kurdele göğüse takıldı ve öğretmenim bana bir adet renkli jöle ikram etti. Kırmızı renkli olanından seçtim. Bayılırdım bu jöle şekerlere, renk renk, değişik meyvelerin tadında, üzeri toz şekerle kaplı. Misafirliklere gidilip gelinirken mutlaka birer kutu alınırdı. 3-4 yıl önce kafaya taktım mutlaka bulacağım bu şekerlerden diye. Eskiden hep Sevinç Pastanesi’nden alınırdı ya da Lozan’dan ama şimdi bul bulabilirsen. Hiçbir yerde yok. “Artık üretilmiyor hanımefendi, çünkü satılmıyor” dendikçe ben daha bir hırslanıyorum. İzmir kazan biz kepçe bir yandan ben, diğer yandan Nejat arıyoruz şekerleri. Tam pes edecekken, her zamanki kuruyemişçimizde görmeyeyim mi şekerleri. Sıradan bir kutu içinde, adını sanını bilmediğim bir firma tarafından, kim bilir nasıl üretilmiş. Olsun, mutluğuma diyecek yoktu. Ben şekerlerime sonunda kavuşmuştum.

İlkokul günlerine kaldığımız yerden devam edelim. Ben okuluma memnun bir şekilde gidip gelirken annemin, beni ve öğretmenimiz Sacide Ataman’ı yakın takibe aldığının farkında değildim tabii ki. Sacide Ataman. Kendi söyleyişiyle Saaaaacide Ataman. (Sacide uzatılacak Ataman ise kesin ve net, tek hece gibi çıkacak) Haftanın neredeyse her günü farklı şekil ve renkte bir peruk ile okula gelen ve ilk günlerde bu yüzden bize sınıfları karıştırtan klasik bir Gazi İlkokulu öğretmeniydi. Zengin veliler tarafından şımartılmış, öğrenci ayıran, sevimsiz bir kadındı ve korkarım hattı harekatıyla annemi yavaş yavaş çileden çıkarıyordu.

İkinci dönem, okumayı söken her sınıfta olduğu gibi dersimiz mektup yazmaktı. Ev ödevleri verildi. Akşam annemle dedeme bir mektup yazdık. Ertesi gün annem günümün nasıl geçtiğini, mektubumu sınıfta okuyup okumadığımı sordu. Dedim ya sürekli takipteydi. Ben de okumadığımı ama bir arkadaşımızın mektubunu okuduğunda sınıfça çok güldüğümüzü söyledim. Çocukcağız babası dikte ettirdiği için olacak, bir çocuğun kullanamayacağı ağdalı kelimeler kullanmıştı mektubunda. Bunları anlatıp sonuna da “ne olacak o zaten kapıcı çocuğu” cümlesini de eklediğimde kıyamet koptu evde. “Önce insan olmayı öğreneceksin” sözleri eşliğinde Gazi İlkokulu serüvenim sona erdi. Çok ağladım, çok yalvardım ama nafile. Acilen eve daha yakın olan ve Mustafa Gaybi dedemin dersliklerini yaptırdığı Kahramanlar İlkokulu’na kaydım yapıldı. Üzüntüm çabuk geçti çünkü mahalledeki bütün arkadaşlarım bu okula devam ediyordu. Okula başladığım ilk gün hepsi boynuma sarılıp beni karşıladılar. Keyfime diyecek yoktu. Hem bu okulun çevresinde seyyar satıcılar ve yeni tatların keşfedileceği bakkallar daha çoktu.

Çocukluğumuzun vazgeçilmez kahramanları seyyar satıcıları biz sevsek de anne ve babalarımız aynı duyguları taşımazdı. Bizim evde alışverişe izin verilen tek seyyar satıcı çok yaşlı ve bir ayağı aksayan, yazları haşlanmış darı, kışları ise şambali satan dedeydi. O bizim sokağa yaklaştığında zaten azalmış olan şambalilere bitmeden yetişebilmek için herkes tetikte beklerdi. Son şambali parçası için az kavgalar edilmedi mahallede.

Yaz günlerinin bir türlü kurtulamadığımız öğle uykusu saatlerinde çıngıraklı arabasıyla geçen dondurmacıdan bir kez bile dondurma yiyememiş olmak ise hala içimde kalan bir uktedir. Seyyar dondurmanın yanı sıra bir de lahmacun kesinlikle yasaktı. Lahmacun annemin dediğine göre kedi etinden yapılırdı. Haydi, buyur ye bakalım yiyebilirsen.

Kendi adıma bu ikisi dışında kalan her türlü seyyar satıcıdan alışveriş ettiğimi itiraf etmeliyim. Düdüklü şeker, horoz şeker, elmalı şeker, macun, leblebi tozu, turşu, hepsi. En çok da macunu severdim. Bugün yapılanlardan kesinlikle daha güzel ve lezzetliydi. Sevgili Sadık, yine kulakları çınlasın, büyüyünce damak tadımızın da değiştiğini söylese de bence değişen maalesef sadece damak tadımız değil.

Kendimi bildim bileli evde benim ve kardeşimin doğum günleri kutlanırdı. Arkadaşlarım, eş-dost herkes davet edilirdi. Doğum günü pastalarım özel yaptırılırdı. Üzeri tamamen çikolata kaplı, bugün artık neredeyse hiç yapılmayan pastalardan… Birkaç yıl önce İstanbul’da İstiklal Caddesi’ndeki İnci Pastanesi’nin vitrininde görmüştüm benzerlerini…

Pastaları yemeyi değil de üzerlerindeki mumların yanışını seyretmeyi çok severdim. Hoş, hala da severim. Eski doğum günü fotoğrafları toplamaya çalışmam belki de bu yüzdendir. 1970’lerdeki bir doğum günü partisinde masada, dışarıdan alınan pastaya ev yapımı kekler, tatlı/tuzlu kurabiyeler ve en önemlisi de limonata eşlik ederdi. Sonraları Coca Cola hayatımıza girince ne yazık ki limonatanın pabucu dama atıldı.

Kahramanlar İlkokulu’nun kantininde sadece gevrek ve gazoz satılırdı; hem de Cincibir gazozu. Gevrek/gazoz birlikteliğini denememiş olanlara bunu tecrübe etmelerini öneririm. Beşinci sınıflar, artık büyükler ya, dönüşümlü olarak kantinde görev yaparlardı. Ben de yaptım, bizim sınıftan Güven ve Nihat’la…

Devam edecek…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın