Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde müzikal şarkıcılığı dersine girecekken, Sahne Sanatları Bölüm Başkanı Prof. Murat Tuncay ile karşılaşır. Tuncay müziğe meraklı mı meraklı. “Aman Murat, İtalyan Şarkıları Gecesi yapıyorum” der Dilmaç. Memnuniyetini belirtir Hoca. Altuğ büyük bir keyifle “İzmir’in en eski topluğu ile birlikte sahnede olacağım” deyince, taşı gediğine koyar Tuncay: “Güzel! Konser nerede olacak, Arkeoloji Müzesi’nde mi?”
Salonda kahkahalar yükseldi bir anda. Fransız Kültür Merkezi kalabalık mı kalabalık. Keyifli bir gecenin başlangıcıydı anlatılan anekdot.
Prof. Dr. Murat Tuncay’ın Orta Yaş Mızırtıları kitabının tanıtım gecesiydi bizi bir araya getiren. Kimler yoktu ki say say bitmez ama Orhan Veli’nin dediği gibi, “Ne gerek var hepsini saymaya, gerisini edebiyat tarihçisi bulsun: “Gecenin sonunda Prof. Dr. Murat Tuncay’ın eşi Belgin Tuncay’ın söylediği söz anlatmak istediğimi o kadar iyi anlatıyordu ki…
“Kitaplar, dizeler… Hepsi güzel ama onu güzel, anlamlı kılan dostluklar. Dostlarla güzel her şey…” Uzun sözün kısası dostlar vardı diyelim gecede; söyleyene, dinleyene…
Müthiş bir birikim, espri ve taşı gediğine koyma yeteneği ile süslü, hınzır şiirler üzerine konuşan yazar Hidayet Karakuş şöyle tanımlıyordu kitabın içeriğini: ” İmge hınzırca girmiş şiirin içine. İmge yok diyorsunuz, var olan imge yok oldu diyorsunuz, bir bakıyorsunuz, şiirin sonu öyle bir bağlanıyor ki sözcüklerle imge oluveriyor.”
“Düşün bir yüzün kaç maskesi var hayatta/ marifet seyretmekte değil; sahneye çıkmak ve kendini oynamakta” *
Seyre dalmıştık ki sözcükleri, marifet sanıp bir anda sahnede bulduk kendimizi. Dizeleriyle, özlü sözleriyle Tuncay’ı tanıtmaya başladık. Bir yanımda İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan İbrahim (Raci), Hülya (Savaş), diğer yanımda İzmir Opera ve Balesi solistlerinden Alpaslan (Mater). Türkçe söyleştik, Türkçe güldük, Türkçe ağladık dizelerde. Önsöz ve Sonsöz’ü Shakespeare’in dediği gibi, yazara söylettik.
“Türkçe ağzında şeker tadı/ Bahar dereleri gibi şıkırdasın, çağlasın/ Türkçe söyleyelim, Türkçe ağlayıp, Türkçe gülelim arkadaş/ Bizi anlayan anlasın/ Anlamayan ya Türkçe öğrensin ya da derdine yansın.”
Son sözü söylerken baktım “Yaşasın sanat! Yaşasın sanatçılar! Yaşasın yaşam!” diyerek düşünceye söz biçiverdi usta. Yaşamını paylaştığı Belgin’i, “neler getirdi, neler götürdü” dediği günleri anlattı dolu dolu. Gözleri dolu arada. “Masaya konan sürahi oldu gerçek, düşler demlendi tavşan kanıyla…” Daha dün gibilere ne çok şey sıkıştırmışlardı meğerse…
“Ve söyledikçe, saydıkça tatsızlaşıyor bu orta yaş mızırtıları./ Keselim burada…/ Demek istiyorum ki aslında…Değil mi ki okşuyor hâlâ, ılık da olsa ısıtıyor içimizi / okunduğunda eski aşk şarkıları / ıskalamamalı gülümseme fırsatlarını/ koskoca bir komedide oynadık madem / Perde mutlu sonla kapanmalı…”
Bir bir düşüyor fotoğraf kareleri zihnime. Yıl 1977. O yıl tanımışım Prof. Özdemir Nutku’yu, Murat Tuncay’ı ve tiyatroda eli kalem tutanı. Her şey ne kadar genç yürek haritasında, bir o kadar da puslu. Piyano tuşları gibi bir beyaza bir siyaha dönüyor anılar… “Kış akşamında ince hüzünler” belirdi birden viyolonselin geniş karnında.
Lied Defterleri (İnsan sesi için bestelenmiş, kısa şiirler) açıldı zamanında kaç notayı sırtında taşıyan piyanoya. Orta Yaş Mızırtıları şiirleri arasından seçilen şiirlerden oluşan liedler kompozitör Ahmet Kahyaoğlu’nun besteleri olarak çınlamaya başladı salonda. Hüzünlü bir viyolonsel sesi ve piyano arasında ne güzel söylüyor Altuğ (Dilmaç). “Ne prensipler, ne alışkanlık. Biz ince hüzünlerle yaşlandık” dedikçe ses, zaman, an’lara dönüştü, şimdilere dokundu ; koyu koyu gölgeler bıraktı duvarda.
“Dün dünle gitti / Yarın gölgeli, sisli/ Gün bu gün, saat bu saat/ Şimdi “gerçek” / “Şimdi” avuçlarında kıpır kıpır / “Şimdi” fıkır fıkır fırsat/ “Şimdi” yi seyretme / “Şimdi”yle güzel şeyler yapmaya bak. “Şimdi Olmaz” a sığınma./ “Şimdi”yle başlar her şey, “şimdi”yle olur. Yaşam dediğin,”Şimdi”lerle dokunur.”
Salona bakıyorum bir deli sessizlik… Sahnede törensi bir hava… Sanki yıllar önce Murat Tuncay’ın dersindeki gibi bir şaman törenindeydik. Sordum durdum kendime:
“Zamanın somutlaşması mı yaşam? / yoksa yaşamın somutlaşması mı zaman? Ömür, somutların tükendiği yere kadar mı?(…) Nasıl yanıtlar bu seçeneksiz soruları söyle / insan kendi kendine”
Sonra alkış başladı verilen emeğe… O an anladım ki, dizelerin, notaların sonuna gelmişiz. Yüze yayılan gülümseme, hele sahnede ve hele el ele…Ne güzelmiş meğerse. Fotoğraf makinelerinden çıkan yıldırımlar bir an’ı daha dondurdu bizden habersizce…
“Toplanmak,alkışlamak ve anmak yetmez / Kutlamak, yeniden anlamak ve yüceltmektir.” dedi fısıltıyla şair, o sözcükler de asılı kaldı pervazda.
Dışarı çıktım. Fuaye (mekanın giriş alanı) kalabalık. Baktım bir masanın başında yıllarını ak kağıtlara düşüren kişi yapıtını imzalıyor gururla ve “Kağıdın ıssız beyazlığında eşinip duruyor kalemi…”
Ne demişler? “Düşen kalkar, yaşayan görür, arayan bulur / İnsan dediğin çabuk unutur”…
Kim bilir, unutmamak ve hep anımsamak için Orta Yaş Mızırtıları’nı dinlemeye ihtiyacınız vardır.. Bakarsınız, içten içe bir mızırtıdır tutturmuş gidiyorsunuz.
Ehh, hadi kolay gelsin!
* Koyu ve italik yazılan yazılar Orta Yaş Mızırtıları kitabından yapılan alıntılardır.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.