12 Eylül Sabahı *

Bir süredir hafta sonları dört yaşındaki oğlumla birlikte yatakta sabah keyiflerimiz sona ermişti. Çünkü artık hafta sonları bile onu eve getirmekten korkar olmuştuk. Annemlerde daha güvenliydi ne de olsa. Bu günlerde başımıza gelme olasılığı oldukça yüksek o korkunç tabloyla karşılaşsın istemiyorduk:
Beni saçlarımdan sürüklenirken (hoş bir süredir saçlarımı da bu yüzden kısacık kestiriyordum ya), yerlerde asker postallarıyla tekmelenirken görmeye, hele yüce dağlar gibi başı dik, göğsü öne atılmaya hazır babasının acı çeken annesinin karşısında çaresiz çırpınışlarla katıla katıla ağlamasına nasıl dayanırdı miniminnacık kuzum.

O ki korkmadan karıncaları, top böceklerini avucunda taşır, minicik tombul avuçlarında beslemeye çalışırdı. Gece çişe kalktığında koridorun ışığını yakmadan karanlıkta tuvalete gitmek istemesi, canı acıdığında kendini sıkıp ağlamama gayretleri benim özel olarak verdiğim bir eğitimden kaynaklanmıyordu. Küçücük dünyası içersinde başta anne babası olmak üzere herkesin hallerini, tavırlarını, ses tonlarını gözleyip taklit ediyordu. Anne ve babasının, eve gelip giden genç amcalar ve teyzelerin gözlerindeki kıvılcımları, duruş ve tavırlarındaki atılganlığı, hararetli, heyecanlı sohbetleri hayranlıkla izler, yaşından beklenemeyecek olgunlukla sanki onlarla yaşıtmış gibi vakur edayla aralarında dolaşırdı.

Haksızlıklar ve her türlü kötülüklerle kahramanca savaşacak cesarete sahip minik bir halk kahramanının büyülü güzel dünyasını korumak için, onu nereden, nasıl, ne zaman geleceği belli olmayan tehlikelerle dolu sokağımızdan ve her an güvenlik güçlerinin basabileceği evimizden uzak tutmaya çalışıyorduk.
Bir süredir dışarıdaki her zamanki işlerimizi, görüşmelerimizi askıya almış, eve gelip gidenler ile ev içi düzenimiz de dahil olmak üzere bütün yaşam alışkanlıklarımızı baştan başa değiştirmiş, felaketi bekliyorduk. Ne yasadışı bir yayın, ne yasaklı kitaplar kalmıştı raflarda. Her türlü delil olabilecek resim, fotoğraf, kitap, evrak valizlerle taşınıp saklanmıştı uygun bir yerlere.

Faşizmin ayak seslerini artık kentin göbeğinde, sokağımızda hissediyorduk, duyuyorduk. Biz “Faşizme geçit yok” diyorduk ama o “Gümbür gümbür geliyorum” diyordu.

Bir gece baskınına karşı ne olur ne olmaz diyerek, gece yatağa soyunarak değil giyinerek giriyordum artık. Daha soğukkanlı görünmeye çalışan eşimin eleştirilerine kulak asmayıp, içim görünen ince ve kısa gecelikleri sandığa kaldırmıştım. İzmir’in kavurucu sıcağına ve eşimin dırdırlarına aldırmadan kışlık pijamalarımı kuşanıp öyle yatıyordum.

Çamaşır torbasında bir tek kirli çamaşır, çöp sepetinde bir sap çöp bırakmıyorduk. Buzdolabımız tamtakırdı, sadece o günlük yiyeceğimiz oluyordu mutfakta. Pişirip yediğimiz bir kap yemeğin tabağı, tenceresi bekletilmeden hemen yıkanıp yerine konuluyordu. Başka birinin evinde eğreti kalınıyor gibi hemen terk edilmeye hazırdı ev.

Yatağın başucunda küçük valizimsi bir el çantasının içinde iki çift çamaşır, bir hırka, bir etek ve pantolon hazır duruyordu yaka paça götürülürken unutmamak için.

O akşam yine böyle apar topar yemek yenmiş, bulaşıklar yıkanıp yerleştirilmiş, çöpler dışarıya çıkarılmış, iki çift çorap yıkanıp mutfaktaki masanın yanındaki tahta sandalyenin arkalığına asılıp kurumaya bırakılmıştı.

Lahana gibi kuşanıp yatma vakti gelmişti. Henüz yirmili yaşlarındaki iki genç insan için, geceleyin kahırlı bekleyiş zamanını kısaltan sarılıp yatmalar nerdeyse bu hayatın en keyifli yanıydı.

İlk anda ne olduğunu kestiremediğimiz şiddetli bir gürültü ve uğultuyla uyanıp yataktan fırladık. Uyku sersemi ilk yaptığımız iş ayakta sıkıca birbirimize sarılıp kenetlenmek oldu. Yumruklanan bizim kapıydı. Çok kısa süren bir sessizlik anında ağır araçların caddeden geçiş uğultusu ile ordunun rejime el koyduğunu ve sokağa çıkma yasağını duyuran megafon çınlaması doldurdu odayı.

Beklenen olmuştu. Faşizm gelmişti ve şu an kapımızı çalan oydu.

Kapı tekrar nerdeyse artık tekmelenmeğe başladığında zorlukla ve hiç sözsüz birbirimizden ayrıldık. Bir itfaiye erinden daha hızlı bir şekilde, coplardan canım daha az acısın diye pijamalarımın üstüne başucumdaki sandalyenin üzerinde hazır duran pantolonumu ve bluzumu giydim. Yerdeki hapishane çantamı yokladım. Eşofmanın üzerine montunu geçirmiş eşimle birlikte salona koştuk. Kapının arkasında elele tutuşmuş vaziyette “kim o” bile diyemeden açtık kapıyı.

Karşımızda bizim yaşlarda terden sırılsıklam olmuş, gencecik bir astsubay duruyordu. Telaşla, “Haydi haydi çabuk olun, kapıda askerler ve cemse sizi bekliyor” dedi.

Eşim bir çırpıda içeri koşup pantolonunu giyerken ben elimdeki çantaya onun bir iki parça çamaşır ve giysisini sıkıştırdım. Eşikte bekleyen astsubayın arkasından sokağa çıktık. Bizi ellerinde tüfekleriyle askerler karşıladı ve cemseye binmemize yardımcı oldular. Araç hareket ettiğinde heyecan bulutundan anca sıyrılan gözlerimin önünden, ağır zincir ve metal gürültüleri ile caddeyi sarsarak tanklar geçiyordu.

Tanklar ve askeri araçlarla dolu sokaklar insan, çocuk ve herhangi bir canlıdan yana ıpıssızdı. 12 Eylül sabahının bu puslu, ürkütücü, türlü kötülüklere gebe havasının kokusunu köpekler bile sezmiş, apartman boşluklarına sığınmıştı anlaşılan.

Eşim daha önce kendisinden hiç duymadığım, bana yabancı biriymiş gibi gelen ürkek bir ses tonu ve gizli bir altın madeninin yerini kimseye çaktırmadan usulca ortağına tarif eden altın arayıcısı temkiniyle önümüzdeki koltukta oturan astsubaya usulca, “Nereye gidiyoruz?” sordu.

Astsubay başını geriye döndürüp, ışıl ışıl sevecen gözleriyle bir bana bir eşime baktı ve müzipçe göz kırparak, “Babamın evine koçum!” dedi.

Cemse bir süre yol gittikten sonra Kadifekale’nin yokuş ve dar sokaklarından birine girdi. Kapısında Vita tenekeleri içinde türlü çeşit çiçekler olan, kırmızı kiremit çatısı yere yakın tek katlı bir evin önünde durdu. Daha ne olduğunu anlayamadığım bir çeviklikle cemseden yere atlayıp önünde durduğumuz evin kapısını açan astsubay bizi içeri buyur etti. İki dakikada yaşlı ev sakinlerine bir sürü emirler yağdırıp dışarı çıktı.

Tavanı alçak loş odada, kaldırıma yakın pencerenin sahanlığındaki kuş kafeslerinin arasından cemseye atlayıp gidişini seyre dalmıştım ki kulağımın dibinde beni sofraya çağıran yumuşak bir ana sesi ile kendime geldim:
“Evladım çayı taze demledim. Peynir de Maraş’taki kızımdan geldi, ev yapımı. Haydi buyurun sofraya.”

Yaşlı ev sahipleri Naime Teyze, Yusuf Amca ve durmadan bir isteğimiz olup olmadığını soran engelli delikanlı çocukları Güral ile birlikte kahvaltıya oturduk.

Asker taburları, zırhlı araçları ile buram buram sıcak savaş kokan sokaklardan geçerken farkında olmadan buz kesmiş elim ayağıma tavşan kanı çay ilaç gibi geldi. İçim ısındı.Yavaş yavaş kabustan sıyrılıp etrafımda olup biteni kavramaya başlamıştım.

Eşimin üç yıl önce vatani görevini asteğmen olarak ifa ettiği kışlada tanıştığı ve arkadaş olduğu İzmirli astsubay bizi unutmamış. 12 Eylül askeri darbesi ile izinde bulunduğu Maraş’tan acil göreve çağrıldığında kışlasına gitmeden önce zor durumda olabileceğimizi tahmin ederek bizim eve gelmişti!
Gözüm duvara çakılmış tahta rafta duran televizyona takıldı. Askeri cuntanın sıkıyönetim bildirileri okunuyordu. Televizyonun üzerindeki Naime Teyze’nin ördüğü dantel örtü, ekranda görünen paşaların şapkalarının üzerinden gözlerine kadar inmişti. Kamera şakası gibi kafasından sarkan dantel örtüyle yönetime el koyduğunu açıklayan Evren Paşa’nın sesi, Yusuf Amca’nın eğittiği kanaryaların cıvıltısı tarafından bastırılıyordu.

*12 Eylül Sabahı, (Ortak Kitap) Heyamola Yayınları, 2010 İstanbul

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın