Sonraki yıllarda içimdeki gezgin ruhunun canlanması ile hiç görmediğim yerlere gitme isteğim baskın çıksa da, çok yorgun ve sıkıntılı olduğum zaman, gözlerimi kapayıp, Şimdi nerede olsam iyi olur? sorusunu kendime sorduğumda, aklıma gelen ilk yer Bodrumdur. Bir kaç yıl öncesine kadar aklıma hep Gümüşlük gelse de sevgili arkadaşım Kıvılcımın Ortakente yerleşmesi ile görüntü değişti. Şimdi hemen her yaz bir kere de olsa gitmeden yapamıyorum.
Yoğun bir kış döneminin ardından Kıvılcımın gönderdiği fotoğrafı gördüğüm anda verdiğim gitme düşüncem sevgili Nükhet Tatarinin Yakaköy Dibeklihan Sanat Köyündeki takı sergisi davetiyesi ile birleşince apar topar yollarda buluverdim kendimi.

Yoldaki çalışmalar yavaşlamamı gerektirse de zeytin ağaçlarının arasından ilerleyen kıvrımların solundaki, Ege denizinin kıyıları gibi girintili çıkıntılı, kenarındaki ılgın ağaçlarının sınır olduğu, çok eski zamanlarda körfez olan gölün büyüleyici görüntüsünü seyrederek devam ederken bir yandan da Ay Tanrıçası Selene ile sevgilisinin öyküsü geçiyordu aklımdan.
Söylencebilime göre Ay Tanrıçası Selene, Latmosta bir mağarada uyurken gördüğü genç bir çobana aşık olmuş. Geceleri onu görmek için gökten yere inmeye başlamış. Onu o kadar sevmiş ki; Zeustan sevgilisi için sonsuz gençlik ve hiç bitmeyecek bir uyku dilemiş. Zeus da Selenenin dileğini yerine getirmiş. Böylece çoban ayın ışıklarıyla sarmaş dolaş olduğu bir gecede, sonsuz bir uykuya dalmış. Birbirine sarılan iki sevgili, sonsuza kadar bir daha hiç ayrılmamışlar. Bu nedenle ayın dünyada en sevdiği, ışığını en fazla paylaştığı yerin Latmos olduğu ve ayışığında dağın doruklarının ağardığı söylenirmiş…

Benim için yolun en sıkıcı bulduğum bölümü de Bodrumun simgesi haline gelmiş kaleyi tepeden gördüğüm an sona eriyor. Rampadan aşağıya inerken her zaman olduğu gibi Bodrum Bodrum şarkısını mırıdanıyorum. Rodos Şövalyeleri döneminde yapılan kalenin iki liman arasındaki yarımada üzerindeki, mavi bir elbise giymiş güzel bir kadının gerdanını süsleyen kolyenin ucundaki elması andıran görüntüsü ile kıyı boyunca begonviller ile sarmaş dolaş olmuş bembeyaz evlerin duruşu yolun tüm yorgunluğunu unutturuyor. Homerosun Ebedi Mavilikler Ülkesi tüm canlılığı ile karşımda duruyor. Defalarca görmeme karşın her defasında büyülendiğim kaleyi arkamda bırakarak yoluma devam ediyorum.

Gider gitmez kendimi denize atıyorum. Sonra sıra yemeğe geliyor. Plaja gelen yemek tepsisine baktığımda gözlerime inanamıyorum. Çatal ve bıçak, dantelli kesenin içinden çıkıyor. İştahla yediğim lezzetli yemeğin ardından şarkıda olduğu gibi Biraz deniz, biraz uyku derken serginin açılış zamanı yaklaşıyor. Arkadaşım Zerrini evinden alıp, yola koyuluyorum.


İğne oyları, danteller, Türkmen takıları, kumaşlar, boncuklar, taşlar, eski gümüş ve altın sırma işler, yemeniler, ipekler, paralar, pullar onun takı malzemeleri. Tüm bunları tasarım yeteneği ile birleştirerek, el emeği ve göz nurunu da katarak, günlerce, gecelerce çalışıp, ortaya çıkardığı eserlerine bir kez daha büyük bir hayranlıkla bakıyorum. Yakaköyün serinliğindeoğlunun ürettiği şarapları tadarken hoş sohbetler ediyoruz. Gitme zamanı geldiğinde tekrar görüşme dilekleri ayrılıyoruz.
Kıvılcım beni evde bekliyor. Evi, dekorasyon dergilerine model olacak kadar güzel. Tahta ile taş o kadar uyumlu kullanılmış ki; onlara bir de begonviller eşlik edince masal kitaplarındaki bir evde gibi duyumsuyorsunuz kendinizi. Bir gün önceki keyifsizliğim üzerine Yakaköyün serin havasının etkisi de eklenince tadım iyice kaçıyor. İki gün boyunca ateşlenip yatsam da arkadaşımız sevgili Birsen Tezerin salı akşamı Dalga Beachdeki programına iyileşmiş olarak gidebiliyorum.

Biraz deniz, biraz uyku dedim ama buna bir de müzik eklenince tatilim daha da güzelleşiyor. Sayılı günler çabucak geçip, dönüş günü geldiğinde ise Bodrum ile ilgili anılarım arasına yeni bir tanesini daha eklemenin keyfi ile dönüş yoluna koyuluyorum…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.