Çünkü babam benim beğendiğim ayakkabıların fiyatını soruyor, aldığı yanıtlar karşısında yutkunuyor, yutkunuyordu. Sanırım canı değil, cüzdanı yanıyordu veya ben öyle hissediyordum. Babam yutkundukça, ben fiyatı daha düşük ayakkabılara yöneliyordum. Bu kez de babam dudaklarını ısırarak fiyatların yine yüksek olduğunu bana çaktırmadan ima ediyordu. Yani diyordu ki, babam,”Işık buradan çıkalım. Ben sana bayramlık, seyranlık ayakkabı falan alamam. Benim maaşım bu yükü kaldırmaz. Sana alırsam diğer iki ağabeyin bu işe ne der? Onlara da almak zorunda kalırız”…
Ben mesajı aldım. Ama gerçekten içim burkuldu. Ayakkabı alamadığıma değil, babamın çaresizliğine, sessizliğine ve üzüntüsüne, ben de sessizce katıldım. Sessizce geldiğimiz Şafak Kundura mağazasından yine sessizce ayrıldık. Zaten kimsenin de umurunda falan değildi bizim sessizce ayrılmamızdan.
Babam ile birlikte İkiçeşmelik Caddesi’ne doğru yürüdük. Bu caddeye “İkiçeşmelik” diyoruz. Aslında Eşrefpaşa Caddesi. Ama halk arasında artık bu isimle biliniyor. Havra Sokağı’na kadar uzandık. Oradan soldan ilk sokağa girdik. Tüm cadde ve sokaklar ayakkabıcılar ile doluydu. Adımbaşı sayacı ve kendileri üretiyorlar. Her taraf deri ve kösele kokuyor. Küçüklüğümde bu kokuya bayılırdım nedense. Deri ve kösele kokularına yapıştırıcı kokuları da eklenince ortaya garip bir harman çıkıyordu.
Balici çocuklar gibi, bu koku o zamanlar beni cezbediyordu. Birkaç sayacının önünde durdu babam ve çevresine bakındı. Sonra başıyla aradığı yeri bulmuş gibi onayladı ve üç beş basamakla yerin altına indik sanki. Kokulara yakın olmak daha da hoşuma gitti. Bu anlattıklarımın üzerinden 40 yıl geçti. O harman kokular hala burnumda dolanıp duruyor. Üzeri hasır ile kaplı bir tabureye oturduk. Sanırım sayacı ya babamın arkadaşıydı, ya da birinin tavsiyesi üzerine gelmiştik dükkana. Adamın adını hatırlamıyorum. Ayakkabı numaramı sordu. İzmarit kadar kalmış bir kalemle, gazetenin beyaz tarafından kopardığı minicik kağıda bir şeyler yazdı. Babam o kağıt parçasını aldı gömleğinin cebine yerleştirdi.
Dükkandan çıktık, babam kağıdı tekrar çıkarıp baktı sanırım bir adres vardı kağıtta. İki üç sokak ötede bir ayakkabı mağazasına girdik. Babam sayacının selamını mağaza sahibine iletti. Elindeki gazeteden koparılmış beyaz kağıdı uzattı. Satıcı bizi buyur etti. Her tarafı aynalarla kaplı mağazaya göz gezdirirken vitrindeki pırıl pırıl ayakkabılar göz alıcı bir şekilde “beni al” diye sesler çıkarıyordu sanki. Satıcı onlarca kutunun arasından seçmek için bir sandalyenin üzerinde uzandı kapağını açtı, içine baktı ve bana ayakkabının bir tekini verip denememi istedi. Uzunca bir kerata ile ayakkabıyı ayağıma geçirdim, diğerini de istedim. Mis gibi deri kokusu yayıldı çevreye. Hakiki bir kösele ve deriden yapılmış ayakkabının içinde ayaklarım oldukça rahat etmişti. Birkaç tur attım. Babamla göz göze geldim ve onay verdim.
Sanırım babamın kesesine uygun olan bu ayakkabıyı biraz indirimli de almıştık. Arka cebinde taşıdığı cüzdanından bir mor yirmilik çıkardı satıcıya uzattı babam. Satıcı da geriye beş lira verdi. 15 liralık ayakkabı fiyatı yine de fena sayılmazdı. Kutuyu kaptım koltuk altıma yerleştirdim. Torbaya koymasına bile izin vermedim. Yine geldiğimiz yoldan evimize geri döndük. Arife günüydü, yemekler yendi. İki ağabeyim de bana ayakkabılarımı iyi günlerde kullanmamı söylediler. Yemekten sonra ayakkabılarımı yatağın üzerine yerleştirdim. Dakikalarca izledim, parlattım, içini kokladım, altındaki köseleyi kokladım. Anacığımın elleriyle yaptığı yün yastığın altına yerleştirdim. Birkaç dakika içinde rüyalara dalıp gittim.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.