Siyah uzunca bir paltosu ve atkısı vardı.
Atmışlı yıllardı.
Her tümcenin arasında “emek” diyordu. Pek bir şey anlamıyorduk. Anlayanlar da vardı ve O’na taş yağdırıyorlardı.
O da, kendine taş atanları, Akşam gazetesindeki “Taş” köşesinden geleceğin Türkiye’sinin “hayal dünyası”na götürüyordu.
TİP’li yılların Çetin Altan’ı…
Meclis’li yılların Çetin Altanı…
Nazım’ın adını andığı için Meclis’in ortasında linç edilirken, korkusuzluğun Çetin Altan’ı…
“Büyük Gözaltı”ların, hapislerin Çetin Altan’ı…
Şimdi, karşımda “sevinçli, yaramaz küçük bir çocuk” gibiydi.
Başbakan, Kültür Bakanı yanında O’nu saygıyla dinliyorlardı.
“Ben böyle şeylere alışkın değilim” diyordu.
Onca heyecanının arasında, “Sayın Başbakan’ım ayakta kaldınız” inceliğini unutmuyordu.
“Davos’un o hiddetli Kasımpaşalısı” büyük bir saygıyla ellerini tutup, okşuyordu…
Bu tür sahnelere alışık değildik.
Yazarların kutsanmasından çok, süründürülmelerine, öldürülmelerine tanıklık ederek yaşlandık.
O akşam, tüm hırçınlıklarım, karamsarlıklarım, umutsuzluklarım, korkularım tatlı bir hüzne dönüştü. Sanki gizli bir el bedenimin her yanına ılık sular döküyordu.
Bu güzellikler sürer mi?
Gözyaşları diner mi?
Çetin Altan’ın “hayalleri”ni yaşama geçirdiğimiz sürece, neden olmasın?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.