Yerel seçim sürecinin düşündürdükleri

Yerel seçimlere iki ay kaldı. Halkımızın, gazete ve televizyonlarda ilgiyle (!) izlediği adaylık yarışı sürüyor. Siyasal partiler, TV dizisi temposunda adaylarını açıklıyorlar. Köşe yazarları önce tahminler, sonra da açıklanan isimler üzerine uzun uzun yorumlar yapıyorlar. İzleyebildiğimiz kadarıyla, yorumların ortak ağırlık noktası adı açıklanan adayların seçimi kazanabilme olasılıklarıyla sınırlı. Her nedense hemen hiç kimse, adayın liyakati üzerinde durmaya gerek görmüyor.

İki ay sonra seçeceğimiz yerel yöneticilere kentimizi, yani geleceğimizi teslim edeceğiz. Onların dünyaya, kente, insana bakışları; tercihleri, programları, projeleri, birlikte çalışacakları kadroları; ne yapacakları, nasıl yapacakları; kimin, kimlerin yanında ve nasıl duracakları o kadar önemli ki… Ama bunların hiç önemi yok gibi davranılıyor.

Geçenlerde toplum önderi niteliği olan birkaç kişi ile bu konuyu konuşurken o insanların da köşe yazarlarından farklı olmadığını görünce çok şaşırdım ve canım sıkıldı. Onlar da adı açıklanan adayları tanınmışlık/tanınmamışlık bağlamında değerlendiriyorlardı. Oysa konuşmanın başlangıcında toplumda birçok değerli insan olmasına karşın, bunların politikadan uzak durduğunu; ortaya çıkamadığını, parti içi işleyişin bu insanların önünü kapadığını söylüyorlardı. Kendilerine bunu anımsattığımda ise yanıtları hazırdı. Şimdi yeni insan aramanın zamanı değildi ve partiler tabii ki tanınmış, kazanabilir aday bulmalıydılar. Savundukları görüşler arasındaki çelişki umurlarında değildi. Önemli olan yandaşı oldukları partinin seçimi kazanmasıydı. O nedenle, adayın kimliği için tek ölçü, onun seçimi kazanacak kadar tanınmış olmasıydı. Tanınmış adayın seçim kazanma olasılığının çok daha yüksek olduğunu düşünüyorlardı; çünkü seçim sürecinde adayın seçmenlere tanıtılması zordu.

Aslında herkes kendince haklı; çünkü toplumun çok geniş bir kesiminde, yerel ya da merkezi yönetimde seçim kazanmak, kamu kaynaklarının dağıtımı için musluğun başına geçmek olarak algılanıyor. Bu kesimin insanları, yandaşı oldukları adayın kazanacağı seçimden kendince bir yarar umuyor; konuya öyle bir beklenti içinde yaklaşıyor. O nedenle, musluğun başına geçecek kişinin konunun uzmanı; birikimi, nitelikleri, programı ve projeleriyle o göreve layık olması yerine tanıdık, bildik bir kişi olması çok daha önemli oluyor.

Bu durumun sosyo-politik bir açıklaması olmalıdır. Bize göre sorunun özü, 1950’li yıllardan beri ülkemizde yaşanan gelişmelerin arkasındaki gerçeklerde aranmalıdır. 1950’de 20 milyon 947 bin 200 olan Türkiye nüfusu 1980’de 44 milyon 736 bin 700’e ve 2008’de 71 milyon 517 bin 100’e ulaşmıştır. Demek ki, ülkemiz 58 yılda 3.41 kat kalabalıklaşmıştır. Son 28 yıldaki nüfus artışımız ise yüzde 60’dır. 1950’de nüfusumuzun yüzde 25’i kentlerde yaşarken, bu oran 1980’de yüzde 44’e, 2007’de yüzde 70’e, 2008’de ise yüzde 75’e ulaşmıştır.

Kırdaki iktisadi yapısı çözülmüş; buna karşılık kentsel gelişimi bu çözülmeyi karşılayacak boyutlarda olmayan ülkemizdeki kentlerimiz on yıllardır karşı karşıya kaldıkları kitlesel göçü özümseyecek niteliklerden çok uzaktır. Kaldı ki, hiçbir ülkenin hiçbir kentinden, bu denli kısa sürede, bu denli büyük göçü özümsemesi beklenemez.

Köyünde barınamayan; bir şekilde yaşamını sürdürmek için son bir umutla kente göçen milyonlarca insan orada da aradığını bulamayınca bugün içinde yaşadığımız sorunlar yumağı kentler ortaya çıkmıştır. Büyük çoğunluğu kentlerimizdeki seçmenlerin önemli bir bölümünü oluşturan bu insanlarımız yıllardır kentteki üretim sürecine katılamamışlardır. Zorlu yaşam koşullarının dayatmaları altında yaşadığı günden ötesini planlayamayan; aslında planlaması de gerekmeyen bu insanlarımız için önemli olan “bu günü” kurtarmaktır. Onların dünyasındaki “günü kurtarma” anlayışı, hem kentlerimizdeki egemen kültürü biçimlendirmekte, hem de bu insanların siyasal bilincini belirlemektedir. İzleyebildiğimiz kadarıyla 1980’li yıllardan beri yapılan seçimlerde bu dünyanın seçmeninin, uzak gelecekte cennet vaat edenlere, anlaşılması güç söylemleri olanlara, soyut mutluluklara, planlara, programlara, projelere ve özellikle de kendilerine bulanık gelen düşüncelere itibar etmediği görülmektedir. Onlara göre, her zaman “eldeki bir kuş daldaki on kuştan” çok daha değerlidir.

Kurulu iktisadi düzenin ve kentlerin kendisine vermediğini, bir yolunu bulup almayı düşünen toplulukların yaşama ve toplumsal ilişkilere “bunun bana ne yararı var, bundan benim ne çıkarım olur” biçiminde yaklaşmasının yadırganacak bir yanı yoktur. Bu yaklaşımın, süregelen iktisadi ve toplumsal politikalarla da alabildiğine sömürüldüğü göz önüne alınırsa yaşamakta olduğumuz seçim sürecinde olan bitenler çok daha kolay anlaşılacaktır.

Sorunun kendisinden çok bu yaklaşımın toplumumuzun her kesimine yayılmakta oluşu bizi daha çok ürkütmektedir; çünkü toplumsal olay ve olgulara kişisel yarar ekseninden yaklaşmak toplumda yaygınlaştıkça ne hak, ne hukuk, ne adalet, ne de demokratikleşmeden söz edilebilir.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın