“Biz, öteki illerdeki tutuklu yandaşlarımızla birlikte, Mamak Askeri Ceza Ve Tevkif Evi’ne doldurulmadan önce ve askeri faillerin bir bölümü olarak, Muhabere Okulu dehlizlerinin kasvet verici odalarından birinde sorgulanıyoruz. Bir gün, öğreniyoruz ki “dirayetli” albayı da getirmişler!
…İddianamelerimiz belli olmuştu. Ceza ve Tevkif Evi’nin ilk misafirleri bizlerle cezaevinin disiplini altüst olmuştu. Hücreleri, koğuşları dolaşıyor, konuşuyor, tartışıyor, görüş günü gelen ev yemekleri ve pastalarıyla büyük koğuşta şölenler veriyorduk.
Fakat bizim “dirayetli”, bu yaşamın hiçbir yerinde görünmezdi. Ta ki, duruşmalar başlayıncaya kadar. Ve duruşmalar başlayıp sıra ona gelince de olanlar oldu.
Önce bizim “kudretli albay” mazlum bir eda ile darbecilerin, yani demokrasiye karşı suç işleyenlerin yargılandığı bu yüce mahkemede sanık gösterildiği için üzüldüğünü belirtti. Kendisi tabii ki demokrasi sever ve vatanperver biriydi. Bu tür ilişkilerle uzaktan yakından nasıl bir ilişkisi olabilirdi, nasıl suçlu olabilirdi? Ardından da olay akşamı nasıl bir görev ifa ettiğini şöyle özetledi:
“Ben, 20 Mayıs 1963 akşamı, Talat Aydemir’in bir harekata başlayacağını öğrendim. Haber sağlam yerden olduğu için Başbakan Yardımcısı Sayın Hasan Dinçer’i aradım. Saat daha akşam 20.00 sularıydı. ‘Mukabil tedbirleri alın’ dedim. İhbar ettim.”
Sesi birden zınk diye kesildi ve muhbirliği, tarihin en tükürülmüş sayfalardan birine kaydedilerek noktalandı.
Siz özellikle “ihbar ettim” dediği sırada o mahkeme salonunda olmalı ve sanıklar bölümündeki subay, astsubay ile Harbiyelilerin bu muhbire bakışlarındaki nefreti görmeliydiniz!
Şükür ki, o gün özel mangasıyla birlikte, artık “bizim” olmayan, hiçbir zaman da olmayacak olan bu “mağdur” zat tahliye edildi. Ve bizler de koğuş ve hücrelerimizdeki dost ortamına dönüverdik. Hesabımızı verebilirdik artık, rahattık.”
Şapkasız Teğmen / Abdullah Yılmaz
Bugün Ergenekon davası ile Türkiye’nin gündemine oturan, arapsaçına döndürülmüş olaylar ve haberler yumağını çözmeye yarayacak ipin uçları, geçmiş olayların aydınlanmasında saklı.
Kitap rafları arasında çok satan ünlüler arasında yer almamış bazı anı kitapları, Türkiye’nin belli dönemlerine tanıklık etmiş insanların kişisel anıları, toplumsal olayların üzerindeki sis perdesini aralayabiliyor.
Abdullah Yılmaz, Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanan Şapkasız Teğmen adı kitapta anılarını, okuduğu kitapları ve olaylar üzerine görüşlerini aktardığı denemeleri ile canlı tarih tanıklığı yapıyor bizlere.
Çok kısa bir zaman önce oğlumu ziyaret için Londra’ya gittiğimde, Abdullah Yılmaz’ı aradım. Eşi sevgili Fatma Yılmaz‘ın leziz ikramları ve sıcak konukseverliği ile yer yer hüzün ve sevinçle uzun bir sohbet gerçekleştirdik. Yediklerim içtiklerim ve kişisel içerikli sohbetlerimiz bende saklı kalsın, siz Kent-Yaşam okurları için, uzun yıllar demokrasi mücadelesinde emek vermiş ve bu gün hala göçmenlik koşullarında emek ve demokrasi mücadelesini sürdürmekte olan ve bir kitap yazarak bizlerle yaşadıklarını paylaşan Abdullah Yılmaz’ın kitabına ilişkin röportajı aktarayım.
– 1963’te askeri ayaklanmaya katılan bir idealist subay, TRT’nin özerk olduğu yıllarda bir ilerici radyo programcısı, 1972’deki Kızıldere olaylarında bir devrimci sanık, 1975 sonrasında bir sosyalist sendikacı, 1980 darbesi ile yurdundan uzakta yaşamak zorunda kalan bir aydın yurtsever olarak yaşamınızın tüm kesitlerini okurlarla paylaşmanızda en önemli etken ne oldu?
– Büyük sözleri sevmem. Yaşantım bizim memleketin tüm yurtsever aydınlarınınki gibi hep koşuşturma içinde geçti. Gerek askeri gerek sivil hayatta bir yandan ev, bark, çoluk çocuk geçim derdi, diğer taraftan devrimci yurtsever görevler, hep koşturduk.
Ancak Londra’da zorunlu ikametgah koşullarında zihin tazelemek için yazmaya başladığımda sevgili Adalet Ağaoğlu ve Turgut Özakman bunları kitaplaştırmam ve yayınlamam için çok ısrar etti. İyi de oldu. Şimdi sırada iki kitap daha var.
– Niçin tür olarak deneme ?
– Her bir küçük olay içinde rejimin, yaşadığımız hayatın izleri var. Ve hala ülkemizde yaşanan demokrasi suçlarının hesabı verilmemiş, özeleştirileri yapılmamış durumda, anılar canlılığını, tazeliğini, güncelliğini korumaya devam ediyor.
– Türkiye’ye en son ne zaman gittiniz?
– Dört ay önce gittim. Dört ay kaldım Alanya’da. Artık sık sık gidip gelebiliyoruz.
– Sizi en çok etkileyen ne oldu Türkiye’de uzun yıllar ayrı kaldıktan sonra?
– Yurtdışına çıktıktan sonra ilk kez 13 yıl sonra dönmek çok etkiledi. Coğrafya değildi özlediğim. İnsan ilişkisi hiç değişmemişti. Çok sıcak hissettim. Ülkemdeki hareketlilikten uzakta hatta sıkıcı yaşam gailesini saymazsak sakin geçen bir mücadele temposundan sonra o insan sıcaklığı beni çok etkiledi. Toplumsal hareketlilik de değişmemişti. Tabii ki mücadelenin, toplumsal dinamiklerin gücünün de farklı bir boyutta olması içimi acıttı. Hala 1980 darbesinin yıkımlarının etkisi devam ediyor olması… Memleketin taşının toprağının satılmış ve satılık olması…
– Türkiye dışardan nasıl gözüküyor?
– 1980 askeri darbesinin zihniyeti devam ediyor. 1980 darbesi emeğin başkaldırısına karşı yapılmıştı. Bunun özellikle altını çizmek isterim. 7-8 aydır tek bir toplu sözleşme bağlanamamıştı. Çünkü meclisteki faşist ve şeriatçı partilerin doğrudan desteğini alan Süleyman Demirel iktidarı, KİT’lerdeki toplusözleşme bağıtlama yetkisini, bir devlet bakanının başkanlığında oluşturduğu “kordinasyon kurulu”na vermiş ve oluşum MESS patronlarıyla eşgüdüm halinde norm rakam uygulamasıyla ücret zamlarını sıfır düzeyde kilitlemişti. Yüzlerce işyeri grevde, onbinlerce işçi ayakta ekmek ve hayat bekliyordu. Çeşitli toplumsal tabakalar ve guruplardan grevlere destek veren mitingler, hareketler de gittikçe yükseliyordu. Ve derin devletin azgın polisi… Kıpırdamak teröristlik, geçim sıkıntısından bahsetmek komünistlik sayılıyordu. Ve tutuklamalar, sorgulamalar, işkenceler, işkencede ölenler. Ve faili meçhul cinayetler…
Bakınız şimdi 28 yıl sonraki duruma. Nerede sendikaların gücü, nerede demokrasi güçlerinin örgütleri… 1980 darbecileri eliyle polis ve mit teşkilatı, derin devlet ve kontr gerilla gibi silahlı baskı örgütleri sistemin içine yerleşti. Yaslarla, yasdışı baskılarla muhalefete, işçi sınıfı hareketine demokrasi hareketine derin yaralar açtı. Ama buna karşın yeşil sermaye CIA, MOSSAD ve MİT eliyle desteklenerek güçlendirildi.
– On yıllarda bir gelen askeri darbelerle boğuşan ülkemizde, son darbeden 28 yıl geçmesine rağmen demokrasimizde ciddi bir ilerleme kaydedemedik mi diyorsunuz?
– Çalışanların haklarının ödenmediği, haklarını arama yollarının yok edildiği, sisteme muhalif edecek demokrasi güçlerinin seslerinin kesildiği, örgütlerinin baskı altında tutulduğu, emekçi kitlelerin haber alma kanallarının egemen sitemin ana kuvveti haline geldiği durumda gelişkin bir demokrasiden nasıl söz edersiniz?
– Peki bir aydın olarak ülkemizdeki demokrasi hareketinin gelişmesi neye bağlı sizce?
– Aydınlar var, hakları için mücadele eden işçiler var. Umudumuz tükenmiş değil.
Her şeye rağmen ülkesini seven aydınlar, ülkesini seven yurtseverler var olmaya devam ettikçe er geç zafer emekten yana olacaktır.
– Yurdışında aydın olmaktan, aydın sorumluluğundan bahsetsek biraz da…
– Kendi ülkesini sevmeyen bir insanın söyleyecek sözü olamaz. Her şeyden önce bizi ayakta tutan yurt sevgisidir. Ülkemizi kötüleyen her kim olursa olsun çok tepki duyuyorum. Enternasyonalizm kendi insanını, kendi ülkesini, kendi kültürünü yok saymak demek değildir. Eşit ve onurlu birlikteliktir esas olan.
Türkiye ne fakirdir, ne de zavallı geri bir ülkedir. Olanakları iyi bir yönetimle değerlendirilse dünyanın sayılı çalışkan, verimli ve gelişkin demokratik bir ülkesi olabilir. Bunun için gerekli çalışkan insanları, verimli toprakları, zengin madenleri, sıcak iklimi var.
Kısacası önce ülkemizi sevmek gerekir.
Sonra da bulunduğun ülkenin demokrasi güçleriyle yan yana durmak, anti demokratik işler karşısında o ülkelerin emekten yana, demokrasiden yana olan güçlerine destek vermek gerekir.
– Burada, Londra’da içinde olduğunuz oluşumlar var mı?
– Yazmaya hız vermekle beraber Londra’da yayınlanan Türkçe gazete ve dergilerde köşe yazılarım çıkıyor. Burada son zamanlarda oryantalist anlayış benzeri “göçmen sanatı” diye bir yakıştırma hareketleri var. Sanat evrenseldir. Sanatın göçmeni olamaz. Bu zihniyete karşı bir oluşum olarak Renkart’ı kurduk. Bildiğimiz dünyaca ünlü edebiyatçı, ressam, sanatçı evrensel eserler yaratmışlardır. Abidin Dino, Nazım Hikmet evrensel değerlerdesanat ve edebiyat eserleri vermişlerdir. Tıpkı Chagall, Leonardo Da Vinci, Van Gogh gibi. Kendi ülkesinden uzak yaşamak onların sanatını göçmen veya yerel gibi sınırlayıcı formlara sokamaz.
– Şapkasız Teğmen’e dönecek olursak, Türkiye’mizin en değerli sanat, siyaset insanları ile ilgili anılarınız çok sıcak ama bir o kadar da hüzünlü. Sevinçlerden ziyade hüzünleri seçmek gurbetlik koşullarından mı ileri geliyor acaba?
– Bakınız, hangi anıya el atsam acı dolu bir demokrasi ayıbı: 8 Haziran 1980 günü bölge temsilciliğine seçildiğim kongrede DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler “Faşizm tırmanıyor, geliyor, gelecek demek yetmez. Onu işçi sınıfımız ve emekçi halkımız durdurabilir. Derhal bir araya gelelim ve durduralım” demişti. Bu sözler henüz kurumadan. 22 Temmuz 1980 acı haber geldi. “Faili Meçhul” cinayet.
Yine bir başka gün; Kartal-Maltepe Cezaevi önünde 8-10 gün önce serbest bırakılmış yaşar Kemal’i görüyorum. hayırdır, geçmiş olsun demeye kalmadan “Yok hayır, geçmedi, uğraşıyorlar benimle. Güya serbest bıraktılar beni ama karım Tilda içerde hala. dertleri o değil. Beni küçük düşürmek istiyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir devlet bir yazarıyla bu kadar uğraşmaz. ” …Niyazi Berkes; Kıbrıs’ta doğdu, Türkiye’de eğitim gördü. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki görevinden açığa alındı. Kanada’da çalışmaya gitti. Mustafa Ekmekçi Londra’ya bize misafir geldiğinde “hadi arayalım” dedi; telefonun diğer ucundan acı haber geldi, konuşamayacak kadar hasta olduğu söylendi. Kısa bir zaman sonra İngiltere’de öldü. Eşi Anice Berkes‘e başsağlığı için evine gittiğimizde bir Anadolu evinin bol kilimli, nakışlı çoraplı, Kütahya ve İznik seramikleriyle bezeli iç dekorunda yurdundan uzak ve kimsesiz bir aydının çileli yaşamını soluduk.
Aydınlarının kıymetini bilmeyen, onları durmadan mahkeme önüne çıkaran, vatandaşlıktan atan, işsiz bırakan fikirlerini ve eserlerini değersizleştirmeye çalışan bir sistemin demokrasi ve insan haklarında ne kadar gelişkin olduğunu söyleyebilirsiniz.
Umudumuz bizi ayakta tutuyor. Aydınlarımız ve emekçi halkımız yıllardır çok büyük kayıplarla sürdürdüğü mücadeleye ara vermiş değil. İnce ve derinden elbet adım adım değişimler yaşanacaktır.
– Ülkemizde iyi ve güzele doğru değişen her yeni kazanımın altında bu zorlu mücadelede emeği geçen insanları hatırlatıyorsunuz bizlere. Anılarınız bu memleketin aydınlarının ve demokrasi savaşçılarının tarihini yansıtıyor.
– Geleceğe yaşadığımız bir dönemin aynasından bakmaya çalıştım. Karar sizlerin.
Abdullah Nihat Yılmaz kimdir?
1941’de Fatsa’nın Bozdağ köyünde doğdu. Kuleli Askeri Lisesi’ni 1960’ta, Kara Harp Okulu’nu 1962’de bitirip subay oldu. 21 Mayıs 1963’te askeri ayaklanmaya karıştığı için tutuklanıp hüküm giydi. TRT’nin özerk olduğu yıllarda, Ankara Radyosu’nda program yapımcısı olarak çalıştı. 1972 Mart’ında Kızıldere olayları nedeniyle tutuklandı. 1975’ten başlayarak Sosyal İş, Yer altı Maden İş ve Maden İş sendikalarında eğitim uzmanı, genel sekreter ve Ankara Bölge Temsilcisi olarak görev yaptı. 1981’de yurt dışına çıktı. Halen Londra’da yaşıyor. Yargılandığı davalardan birinde işlediği iddia edilen suç “anti-emperyalistlik”tir. Emperyalizme karşı olduğu iddiasıyla suçlanan dünyadaki tek suçlu unvanına sahip olması nedeniyle Uğur Mumcu yazılarına konu olmuştur.
Tutuklanan şapkasız teğmen kimlerdendi?
yazarı:
Etiketler:
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.