Ayşe Kilimci için çocuklara yazmak:

“Bir kere tiyatro görseler, iyi bir kitap okusalar dünyaları değişecek” “Karınca ayağını kaldırmış, gökyüzüne tutmuş. ‘Ne yapıyorsun?’ demişler. ‘Gök gürlüyor da ayağımla destek olacağım’ demiş. ‘Sen ne kadar olabilirsin?’ demişler; ‘Olsun’ demiş, ‘niyet ettim ya!’ ” Ayşe Kilimci’ninki de o hesap. Varoşlarda, köylerde çocuklara olabildiğince ulaşmaya çalışıyor. Onlara ucuz ama nitelikli kitaplar sunulmasını, Devlet Tiyatroları’nın, Devlet Senfoni orkestralarının temsillerini oralara taşımasını öneriyor. Hangi taşra gazetesinden, dergisinden yazı, öykü isteseler gönderiyor. Çünkü, o Atilla İlhan’ın öğrencisi. Behçet Necatigil’in, Haldun Taner’in yazarı… Çocuklara ve büyüklere yazdığı onlarca öykü kitabı ile bir röportaj kitabının yeniden basımı Altın Kitaplar tarafından yapılan Ayşe Kilimci, memleketi İzmir’le bağını hiç koparmıyor. Bir sosyal hizmet uzmanı olarak hayatın gerçeklerini nasıl edebiyatın büyülü diline taşıdığını, nasıl bir dönemden geçtiğini, o dönemin niye “altın çağ” olduğunu ve daha birçok şeyi sorduk, anlattı. – İzmirli olduğunuzu biliyoruz. Bu, kuşaklar ötesine dayanan bir İzmirlilik mi? – Ooo, biz İzmir’in sahibiymişiz! Katipoğlu ailesindenim. Baba tarafım Kilimcilerin soyu, Katipoğlu’ndan iniyor. 10 asır öteye giden şecere var. Amcam vakıf başkanı. O da şairdir. Ailemizin İstanbul’da yaşayan en eski üyesi, büyük halamız Gülfem İren, bana ailemiz ile ilgili bir hikayeyi, Revan Hanım’ın hikayesini anlattı. Çok heyecanlandım. “Taşlıbayır Sokağı” öyküsünde yazdım. Osmanlı sarayında, Sultan Aziz’in haremindeki bir Çerkez köle, İzmir’e gelin oluyor. Ailemi yazmaya çalışacağım ama o kadar şıngırdaklı bir aile ve o kadar önemli şeyler var ki çok heyecanlanıyorum. – Yaşamınızın ne kadarı burada geçti? – Çimentepe İlkokulu’nda, Karşıyaka Aydoğdu İlkokulu’nda okudum. Şimdi öğretmen evi olan Şerife Eczacıbaşı Ortaokulu’nda okudum. İlk ödüller de orada başladı zaten; kompozisyon yarışmalarından bedava kamplar kazanırdım. İzmir Kız Lisesi’nde sanatımızın güzide insanlarıyla bir arada olduk. Sezen Aksu, üç sene sınıf arkadaşımdı. Gazeteci Şenay Düdek de bizim sınıftaydı. Biri magazini ciddi yapıyor, biri şarkı söylemeyi son derece ciddi ve güzel yapıyor. Hepsini sevgiyle hatırlıyorum. İstanbul’da Kız Liseliler Derneği varmış ama hiç haberim yok. Mesleğim çok yorucu -gerçi şimdi emekliyim ama- üç çocuk, bir sürü şehirlerarası yolculuk yap, dolaş… Bir sürü vatanım var, güzel bir şey ama bir yandan da zorlukları var. Benim ne İstanbul’un entelektüel çevresine girmek gibi bir hevesim ve niyetim oldu, ne de zamanım… Tek keyfim, bu etkinlikler. Onun için beni kimse bilmez. Medyatik değilim. Bir kısmı çok yaşlı zanneder, kongrelerine çağırır; ‘Aa! Ne kadar gençmişsiniz’ derler. Bir kısmı yaşlı bulur. Hele İzmirliler, beni hiç bilmez. Üniversiteyi Ankara’da okudum, mezun olduktan sonra evlendim ve İzmir’den tamamen taşındım. Kurada Mersin’i çektim, zorunlu hizmetim vardı ve gittim. – Öykülerinizde Çimentepe, Eşrefpaşa, Bahribaba Parkı, Eskiizmir gibi semtlere çok rastlıyoruz. – Benim gezindiğim, sevdiğim yerler oradaydı. Bir de bir dönem evimiz Eşrefpaşa’daydı. Karşıyaka’da da yaşadık ama daha çok varoşlar, varoş okulları… Hala o tutkum sürer. Çünkü yazdığım insanlar, onlar. Mesela Bademler köyüne giderken Çamlık köyü var. Bademler’de “Susuz Yaz” çekilirken biz çocuktuk ve o köye giderdik. İlk kitapta, “Yapma Çiçek Ustaları”nda o köyden çok kahramanım var. Bir haber okumuştum; Çimentepe İlkokulu’nun öğretmenleri yazın duvarları boyuyor ve üstüne de resim yapıyorlar. Kimse onları zorlamıyor, para da almıyorlar. Çocuk kitaplarımı oraya göndermek istedim. O sırada elimde yoktu. Öykü kitabım “Şu Ölüm Dedikleri”, İzmir öykülerinden oluşuyor. Ben ona çok şaşırdım. Nerede yaşıyorsanız oranın öyküsü olmuyor bende. Bir çapraz iletişim var herhalde. Demek ki şehir her zaman insanın peşinden geliyor. Çocuklukta yer eden mekanlar, kişiler… Türkiye’nin çok travmatik dönemlerinde yaşanan vurucu şeyleri çok net hatırlıyorum. Onları atlayıp hikaye anlatamıyorsunuz. – Yani İzmir, kendini size yazdırıyor – Yazdırıyor, evet. Sıkı bir nikahlı gibi… Demek öbürleri sevgiliymiş, geldi geçti. “Esaslı insan” Attila İlhan – Attila İlhan’ın sizin öykücülüğünüzde özel bir yer var. Onu anlatır mısınız? – Lisede okurken tiyatrolara gider, oyunlar üzerine sanat yazıları yazardık. Tiyatro eleştirmenliği yapıyorduk, 16 yaşımızda, ne haddimize! Cahil, cesur oluyor. Demek kabına sığmayan çocuklardık biz. Raşit Çavaş düz duvara tırmanırdı, ben de fena değildim. Demokrat İzmir’e dönüşümlü olarak tiyatro yazıları yazıyorduk. Her zaman grup da gelmiyordu, İzmir’e. Bir gün Raşit tutmuş, bir Türk filmini eleştirmiş. Hiç bakmadan koymuşlar. Oysa tiyatro yazısı bekliyorlar. “Sen kendini ne sanıyorsun? Çok mu biliyorsun da sinemayı yazıyorsun?” demişler. (Raşit Çavaş şimdi sıkı bir tiyatro eleştirmeni.) Dediler ki “Attila İlhan ile de bir görüşseniz….” Cesaret edemedik. Kapısından geçiyoruz ama uğramıyoruz. Lise 2’deki edebiyat öğretmenim Nafize Öztok hikayeleri almış, “Yetenekli öğrencilerim var” diyerek Attila İlhan’a götürmüş. Ben bunu sonra, İlhan’ın Cumhuriyet’teki yazılarından öğrendim. Birkaç kızdık biz, hikaye yazan. O da bir tek beni dikkate değer bulmuş. Diğerlerinin fazla hülyalı, fazla entelektüel ya da hikayeyi bir süs unsuru gibi kullanacak kişiler olduğuna vehmetmiş. Öngörüsü de tuttu; onlar yarı yolda bıraktı, biz Attila İlhan ile devam ettik. Ailem amcamı İlhan’a göndermiş, demiş ki; “Söyle ona, kızı hikayeden men etsin. Hikaye yazacağım, kitap okuyacağım diye dersleri ihmal ediyor.” Halbuki ben sınıfımda da çok iyiydim. Attila İlhan şiirlerimi tabii ki beğenmedi. Ben de haddimi bildim. Zaten öykü birlikte gidiyordu şiirle. Başladık öykü çalışmaya. – Çocuk yaşta şair olamayacağına karar vermek çok önemli. – Bize bunları Attila İlhan öğretti. 15 yaşında Attila İlhan’ı tanıyorsanız hayatınız çok sağlam temeller üzerinden gider. Son öykü kitabımı, “esaslı insan” diye ona ithaf ettim. Ankara’ya kadar dostluğumuz sürdü. Çok sıkıştırdı, “Kitabı çabuk bitir” diye. 19 yaşımın başında “Yapma Çiçek Ustaları” bitti. Bir sene de yayınevinde sallandı, sonra çıktı. Bugün hala herkesten o kitabın adını duyuyorum. Ya dağıtım çok iyi olduğundan ya iyi bir kitap olduğundan… Onun arkasından art arda ödüller geldi. Sait Faik’i alamadım, vermediler. Simavi de daha ileri yaşlarda alınabilir. Onun dışındaki bütün ödüller verildi. Sonra çocuk edebiyatına yönelme başladı. Çocuk dilinden anlamak – O nasıl başladı? – İlk çocuğuma hamileyken döllenmenin ve doğumun anlatıldığı bir kitap yazdım. O kitapla başladı, çocuk edebiyatı. Arkadan çocuklar sökün edince belki de çocuklara kitap yazmak istedim. Onlara yönelik bir şey yok. Cem Yayınevi’nin harika bir “Arkadaş” dizisi vardı, başka da bir şey yoktu. Şimdi merak ediyorum acaba ilkgençlik çağına da yazacak mıyım? En ufak çocuğum 14 yaşında. Belki onun zorlamasıyla… O çok iyi bir okur. Öbürleri de okuyor; biri grafiker, biri müzik öğretmeni ama bunda durum çok farklı. Birkaç sene önceydi, “Tolstoy denen adamın yeni kitabı çıkmış olabilir mi?” dedi. Ben dedim “Tolstoy’un kemikleri sürme oldu!” Üç kitabını okudu. “Öldü mü?” dedi. Haberi yokmuş, çok üzüldü, iki gün Leyla gibi gezdi. Ben de öyle çocuklar çoğunlukta olsun diye tam gaz yazıyorum. Mesela oğlum sanat tarihinden sınıfta kaldı. Hocası dedi ki “Sınavda sütunları sormayacağım, mitoloji soracağım.” Ben onun yerine çalıştım. “Bari ben, çocuklara bunları masal şeklinde anlatayım” dedim. Çünkü mitoloji olmadan hiçbir şey olmaz. Biz de karıştırıyoruz isimlerini, çok geniş bir aile Olimposzadeler! Ben bir daha okuyayım ve unutayım, dedim. Baştan aşağı bir daha okudum. Unuttum. Sonra bizimki sınava girdi, geçti. Başladım tek tek yazmaya. “Olimpos’ta Bir Kuş Var”, o sene kitap fuarında en fazla imza yaptığım kitaptı. – Çocuklara bu kadar yakın olmanızda mesleğinizin etkisi olabilir mi? Bir de yoksul ve eksik insanları çok iyi anlıyor ve anlatıyor oluşunuzda… – Daha anlatmadım bile onları… Mesleğimin etkisi çok olabilir ama tabii ki siz bakmayı ve söylemeyi biliyorsanız… Başka türlü bir kaynaşmamız oluyordu, o nasıl oluyordu anlamıyorum. Onlar beni hemen tanıyordu, ben onlara daha fazla eğiliyordum. En son 12 yıl çalıştığım özürlü hastanesinde çok tatlı hikayelerimiz oldu. Onları yazıyorum, çocuklara. “Çocuklar için her şey yazılmaz” diye bir kısıtlama var. Bir de “Çocuklara öğreteceksiniz!” İkisine de şiddetle karşıyım. Çok öğretici olduğunuz zaman itici oluyorsunuz. Güzel bir örneği öyle estetik sunarsınız ki çocuk ister istemez onu öğrenir. Her şeyin anlatılmayacağına da inanmıyorum. İşte döllenmeyi, doğumu anlattım onlara! Toplumun altında kalıp ezilen çocukları aile mahkemelerinde görüyoruz. Çocuk rendeleniyor, çocuğun kanaması var; onu kimse görmüyor. Herkes mahsuscuktan çocuğu saklıyor, sakınıyor. Bir olay oldu da dayak yediler mi toplum ayağa kalkıyor. Hangisi hangi hafta sonu bir yuvaya gidip de bir çocuğun başını okşamış? Hangisi gidip koruyucu anne olmuş? Biz etüd saatlerinde çocukla ilgilenecek insan bulamazdık. – Ekonomi zorladığı için bu tür kitaplar çocuklara yönelik basılamıyor. Büyük boyutlu, renkli, iyi kağıda basılsa… – O kadar kötü kitaplar çıkıyor ki… Emekliler ve özellikle de eğitim kökenliler, kendileri yazıyorlar. Öyle de bir vehmetme durumu var. “Pedagog ya da öğretmensem çocuk edebiyatını çok iyi kıvırırım” diye… Öyle olmuyor. Fakat bu, onların bu ürünleri piyasaya sürmesine engel olmuyor. Çocuklar o kitapları ucuz diye alıyor. Öbür tarafta Milli Eğitim ne yapıyor?. Hepimizden kitap istedi. Bir çocuk kitabımı verdim. Kitaplarımızı basmayıverdiler! Bu kampanyanın adı “Devlet Yazarıyla Kucaklaşıyor Kampanyası”ydı. Hah, kucaklaştı! Muzaffer İzgü, Gülten Dayıoğlu, hepimiz çocuklarla buluşacaktık. Olan, kitaplara, çocuklara oldu. Devletin kazanç gözetmeden yapacağı yatırım, ofset basılmış renkli bir kitap kadar güzel ne olabilir? Bir özür bile dilemediler. Ben varoştakini çok önemsiyorum. Çalışan çocuğu kimsenin gördüğü yok. Sanki orada çalışanlar çocuk değil; küçük boylu büyükler! Onlara kim ulaşacak? Kızım müzik öğretmeni. Ümraniye’de soruyor; kimse Taksim’e, AKM’ye gitmemiş. O gün de Aşık Veysel’in ölüm günü. “Halk ozanı biliyor musunuz çocuklar?” demiş. “Biliyoruz: Müslüm Baba, Orhan Baba, Özcan Deniz” demişler. Kızım, “Ben sizi götüreyim. AKM’de 3 liraya konser var” deyince; “Biz Serdar Ortaç’a bilet aldık abla” demişler. 20 lira Ortaç’ın konseri. İstanbul’un içinde AKM’yi bilmiyorsa, ucuz konsere gitmiyorsa, yayınevleri onlara ulaşmıyorsa… Senfoni orkestrası, Devlet Tiyatrosu İstanbul içi turneler de mi yapamaz? Bir sürü tiyatro geliyor okullara. Ama bunun da sakıncaları var. Kendini en iyi ifade edip esnafça davranan, okullarda oyun oynuyor. Niye ısrarla “AKM’deki oyunlar” diyorum? Çünkü devlet gerçekten güzel yapıyor bu işi. Onlar yayılsın, onları görsün çoçuklar. Milli Eğitim için çok mu zor, otobüsler kaldırmak ya da bölgesel salonlara gidip onların oynaması… Taşınabilecek oyunlar var. Bir kerecik tiyatro görseler, bir kere iyi bir kitap okusalar dünyaları değişecek. Onlar öyle olduğu sürece bizim de yarın şansımız yok. Benimki de karıncanın göğü tutması gibi… Karınca ayağını kaldırmış, gökyüzüne tutmuş. “Ne yapıyorsun?” demişler. “Gök gürlüyor da ayağımla destek olacağım” demiş. “Sen ne kadar olabilirsin?” demişler; “Olsun” demiş, “niyet ettim ya!” Biz İzmir’de onun için şanslıydık. Elimizi attığımız her yerde en iyisini bulduk. Ben kimi duyduysam şiir yazan, öykü yazan, hepsini buldum. Kimisiyle yazışıyorum, ben öyle gördüm çünkü, öyle öğrettiler. Ben kasıntı olmayı bilmez miydim; ne de güzel bilirdim! Yapamazdım gerçi… Öyle yapanlara bayılıyorum, ben bile onları “büyük yazar” gibi görüyorum. Öyle bir havadalar. Biz Attila İlhan’dan hiç hava görmedik, hiçbir art niyet görmedik. “Öykü iğne oyası, roman yorgan sırmak” – Sosyal Hizmetler İstanbul İl Müdür Yardımcılığından emeklisiniz. Sosyal hizmet uzmanlarının çok yoğun bir temposu var. Ama üretken de bir yazarsınız. İkisini bir arada nasıl buluşturdunuz? – Ben de bilemiyorum. Şimdi düşünüyorum, ben nasıl yaşadım bu hayatı? Bu kadar şehir gezip üç çocuk doğurup… Üstelik her şeyin zoru nasip oldu bana. Çocuğun, kocanın, mesleğin, mahallenin… Demek ki o insanı tetikliyor. Bir de alıştık demek. Çalıyı baştan sürümek, diyorlar, güneyde. O zaman işini sen zorlaştırıyorsun. Ben en son çocuğuma İstanbul’da hamile kaldım. Attila İlhan çok sinirlendi. Her çocuk zaten üç yılı götürüyor. Okula başlayana kadar da dört yıl gidiyor. “Çocuğum, zaten edebiyattan çaldın bir sürü. Bu ne şimdi? Kız var, oğlan var…” dedi. “İstanbul’a geldim, ne yaptığımı bildim mi ben?” dedim. “Hayır” dedi, “bu açıklama değil”. Sonuncu doğduğu zaman iyice feleğim şaştı. “Şimdi nasıl yapacağım?” Ama oldu, bir şekilde yürüdü. Zaman zaman tabi ki yorgunluğunu hissediyorum. İl müdür muavinliğinde çok zorlandım. İstanbul gibi bir yerde, bir de protokol görevleri oluyordu. Ama o dönemde bile hikaye yazıyordum. Şimdi bana “Vaktimiz yok, okuyamıyoruz. Siz ne güzel yazıyorsunuz” dediklerinde, çok sinirleniyorum. İstenirse her şey için vakit bulunur. Niyetsizlikten olmuyordur. Olmasa ben yapamazdım. – Hep öyküyle devam ettiniz değil mi? – Ben hep öykü yazdım, roman yazmam. Öykü iğne oyası, roman da yorgan sırmak, diyorum; çok kızıyorlar. Hem de yorganı sabun kalıbı sırmak. Yorganı yaparken böyle satensiz, nakışsız yapıyorlar ya, sabun kalıbı denen en basit yöntemle. Üstüne bir de tavuskuşu işliyorlar; o başka. Yaşar Kemal’in yaptığı odur. Romana kavramsal olarak karşıyım. Sevmediğim bir tür. Çocuk romanlarım kısa olduğu için uzun öyküye benziyor. Severek okuduğum romanlar var tabi; klasikler var. En son, Can Eryümlü’nün “Kalimerhaba İzmir”ini okudum, bayıldım. Yeni okuyanlara yönelik kitapları çok önemsiyorum. Onlara edebi tadı, dilin müziğini biz öğretebiliriz. Yedi-sekiz yaşa hiçbirimiz eğilemiyoruz çünkü en zoru o. Sekiz yaş için bir kitap yazdım; “Yıldız ile Yalnız Çocuğun Masalı” diye. Sanırım gittikçe de gençlik edebiyatına bir kayış olacak. – 1960’lar ve 70’ler “öykünün altın çağı” olarak adlandırılıyor. Siz de ilk kitabınızı 1972’de çıkararak bu çağın ortasına düşmüşsünüz. O dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz? – 17 yaşında insan Varlık’a giriyorsa bu, hem okurun hem o dergiyi çıkaran editörlerin ciddiyetini gösterir. Hem dünyada hem Türkiye’de öykünün altın çağını yaşadığını gösterir. Behçet Necatigil’i ben tanımadım, Cemal Süreya’yı ölümüne yakın tanıdım; hepsi benim kitaplarımı almış okumuşlar. Şimdi bu kadar kitaptan, ödülden sonra bile söz etmeyen eleştirmen var. Ama o zaman bir çocuk olduğumuz halde bizi alıp okuyorlardı. Bu onların ciddiyeti, dönemin ciddiyetiydi. Biz o zamanlar baş tacı edildik. Hilmi Yavuz da, Attila İlhan da, Yaşar Nabi Nayır da arka çıktı. Yaşar Nabi, telif ödenmesinin ve editörlüğün ne kadar sorumluluk gerektirdiğinin canlı bir örneğiydi. Necatigil haber yollatmış; “Çok önemli, o benim yazarım” diye. İlk Abdi İpekçi ödülünü almaya Tarsus’tan geldim, hamileyim yine… Yorgunum, arkalara oturdum. Haldun Taner yanıma geldi, elimi öptü. Dedi ki “Benim yazarımsınız, sizi oybirliğiyle seçtik.” Sonra benim Haldun Taner Ödülünü almam için 10 sene geçti. Aynı öyküyle Fransa’da uluslararası bir öykü ödülü aldım; gazeteler yazmadı. Sonra gittik, konsolos da ilgilenmiyor. Ödül törenine gelmedi. Ben de konsolosa mektup yazdım. “Sibel Can gelseydi herkes burada olurdu” dedim. “Nice’e gideceğim” dedi; konuğu varmış. “Size de büyükelçilikte bir kutlama hazırlıyoruz” dedi. Benim uçağımın kalktığı gün! Çok kırıldım. Devletle yazar kucaklaşamaz. Niye kucaklaşsın ki; kızıyorsun, eleştiriyorsun. Şimdi eleştirmeyenler moda. Öyle bir edebiyat var ki şimdi ben kendimi bulamıyorum onda. Ya ben Türkiyeli değilim ya bunları yazanlar değil ya da bunlar yazar değil! Şiir yine biraz namusunu kurtarmış da öyküde ve romanda anlamak için elimden geleni sarf ediyorum. Kitabı bitiriyorum -bazıları bitecek gibi de değil- fakat hiçbir şey anlamıyorum. Kimin masalı bu, kimin öyküsü bu? Küreselleşme bizi nasıl böyle yerden yere vurdu? Bu “Türkilizce” nedir? Nereye gitti bizim diller, o anlatıcılar, hikayeciler… – Öykülerinizde politika da var ama siz bir devlet memurusunuz… – Evet, en çok politika var. Saklanmayı öğrenmiştim. İki ayrı soyadım vardı. Eşimin soyadı Çalışlar. Devlet memurluğunda hep onu kullandım. Yine de neler geldi başımıza; gözaltına da alındık, soruşturma da geçirdik ama genellikle bilmezler. Emekli olunca nüfusumu Kilimci Çalışlar olarak aldım. Yazar olarak hala Kilimci’yi kullanıyorum. En zor dönemde yazarlar sendikasında görevliydim. “Öykü aşk gibi” – Öykülerinizde hep umut var. En zor hayatları da anlatsanız hep umutla bağlıyorsunuz. – Son kitapta dedim: “Umut kartal kanadı takar.” Uyanık, ezen, çalan, çırpan, Türkçeyi bozan, çok çocuk doğuran kişilere prim verdiler. Annem burada ana-çocuk sağlığı ocağında başhemşireydi. Ben de onların bölge arabalarıyla gezerdim. Ne kadar severdim. Bugün “Gel” deseler, yine giderim. İnsanlar arasına karışırdım. Lisede de bir sürü projede çalıştım. O zaman Limontepe’ler, Yeşildere’ler yeni yeni oluşuyordu. Göç büyük bir hızla geliyordu, 1960’tan itibaren. Hemşireler, “Bu şehirde bunlara bakamazsın, onları okutamazsın” dediği zaman, “Tamam” diyorlardı. Ana-çocuk sağlığı merkezleri o zaman çalıştı. İnsanlar çocuk sayısına sınır getirdi. Ama ondan sonra öyle bir ırkçı, yakma yıkma harekatı başladı ki cahil güruhun çoğaldığını, kaba kuvveti ve bilgisizliği dayattığını gördüm. Tarsus’ta incelemeye gittiğimde 18 çocuk çıktı. “18 çocuğu nasıl yaptın?” dedim. “İki karıdan” dedi. Peki iş? “İş yok” dedi. “Ne yaptın sen ?” dedim. “Beşer, şaşar abla” dedi. “Beşer, şaşar da 18 kere mi şaşar?” Şaşıyor. Büyük kentlerde başka bir azınlık da başladı; çarşaflarıyla, baş bağlama biçimleriyle, farklı dindarlıklarıyla… O, kanımı donduruyor. Hani iki beladan “Kırk katır mı kırk satır mı?” deseler, neredeyse o şaşan beşeri yeğleyesim geliyor! Ne yapacağız? Siyaset doğru olmadığı sürece hiçbir şey yapamayacağız. – Öykü, kısacık süresi içinde insanı bir dünyanın içine alıyor ve dibine doğru çekiyor. Ağzınızda buruk bir tatla bitiveriyor. Diğer öyküye hemen geçemiyorsunuz. Aklınız bir önceki dünyada kalıyor. Öykü okuruna ne önerirsiniz? – Öykünün kadersizliği o. Hem bir anda bir dünya kuruyorsun. Tam usul usul alışıyorsun; pat diye bitiveriyor. Öykü onun için aşka benziyor. Seni getiriyor, tam zirvedeyken pat diye bırakıyor. Ondan sonra tekrar dönebilirsin ama belki o tadı bulamayabilirsin. Bir sonraki öyküye geçmeden dinlenmelerini öneririm ben. Roman kolay, okumak da kolay. Bıraktığın yerden devam edersin, roman kahramanları seni bekler. Öykü öyle değil; isyancı. Öykü biraz da zeka ister. Sanırım canım Türkiye’mde az okunma sebebi bu. Yazandan da çok zeka ister, okuyandan da. Halk anlatıcıları ve destanlar kalktığı zaman bir boşluk oldu. Oradan gerçek çağdaş öyküye geçemedi bizim insanımız. Tabi ki o anlatıcılar süremezdi ama öykü okumaları televizyonda, radyoda yapılabilirdi. Zirveden birden çukura düştük. Benim anneannem çok iyi bir anlatıcıydı. Sözün ve dilin müziğinin önemi çok büyük. Onu alan kulak, ona alışan yürek, sonra öyküyü çok iyi okuyabiliyor. Ama yaratılan naylon okur, ancak bu “lay lay lom” ve “Amerikanofil” kitapları okuyor. Senin olmayan, sana adapte edilen, moda mod çevrilen Amerikan tarzı öyküler. Bunların yerine; bizim bildiğimiz, zor da anlaşılsa adam akıllı öyküler. Halkın derdini anlatan öyküler. Keşke yeniden basılabilse, yayınevleri, gazeteler, dergiler bunlara yer verebilse. Öykünün de tadı kaçtı, hayatın da tadı kaçtı, aşkın da tadı kaçtı… Düşünemeyen, okuyamayan insan, sevemez. Umarım hepsi düzelecek. Önce siyasetle tabii… Yamalıklı böğrüm, neler ister gönlüm! Biraz zor düzelecek ama belki bakarsınız bir seferberlik olur. [Fotoğraflar : Alpay Sönmez]

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

,

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın