Mehmet Eroğlu, beş yıllık yasaktan sonra 1984’te yayınlanan ilk kitabı “Issızlığın Ortası”ndan bu yana hep, Türkiye’nin çalkantılı dönemlerini yaşayan insanları anlattı. 12 Mart, 12 Eylül, Güneydoğu, Kıbrıs ya da Filistin’den geçen insanlardı onlar. Yazarın fon olarak bu dönemleri almasının nedeni, “o büyük cehennem ateşinde kavrulan insanları yazma isteğinden geliyor”du. Fonunda çatışmalar, savaşlar yokmuş gibi görünen kitapları bile aslında; ruhu, vicdanı törpülenmiş, yani o dönemlerin etkilerini taşıyan insanlara ilişkindi. Odakta hep insan vardı çünkü “insanı anlatmayan roman, roman değil”di. Söyleyecek sözlerinin gerisinde, “düzeni yıkma isteği” vardı.
İlkokulu Karşıyaka Ankara İlkokulu’nda, liseyi İzmir Koleji’nde (Bornova Anadolu Lisesi) okuyan, ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde okumak için Ankara’ya giden Eroğlu, İzmir’e şimdilik sadece yazları dönüyor. Eroğlu ile Karaburun’da, yazarın dededen kalma evinde söyleştik.
– Bir söyleşinizde, “Metinler ortaya çıktığı zaman herkesin malı oluyor ve insanlar farklı şeyler düşünebiliyor” demiştiniz. İnsan yazar olduktan sonra ise bir yanı okuruna ait oluyor galiba. Üstelik siz, okuyucu kitlesi için “fenomen” haline gelen bir yazarsınız. Okura, kendinizle ilgili bilmelerini istediğiniz kadarını mı veriyorsunuz?
– Bence bir yazar hiçbir zaman romanın önüne geçmemeli, kişiliğini eserinin önüne koymamalıdır. Okuru ilgilendiren konunun kişiliğim –daha doğrusu, özel yaşantım- değil; yazdıklarım olduğunu düşünmüşümdür hep. Ortalıkta dolanmamamın, kendimden çok söz etmememin nedeni budur. Daha çok popülerliğin peşinde olan yazarlar ne zaman fırsatını bulsalar, yazdıkları ile değil de yaptıkları ile ortaya çıkmaya kalkışırlar. Unutmayın, ‘popüler olmak’ her şeyden önce, orta karat, yani ortalama olmayı gerektirir.
– Yazarlık ve roman üzerine pek çok görüşünüz sizinle yapılan söyleşilerden bize yansıyor. Peki sizi yazarlığa yönelten özel bir hikayeniz var mı?
– 11 yıldır düzenli olarak sürdürdüğüm ‘edebiyat işliklerinde’ ders verirken hep şunu söylüyorum: “Yazmak için her şeyden önce söyleyecek sözünüz olmalı; yazmak için bize gereken, yetenek değil, yazar olma isteği ve açlığıdır.” Benim yazarlık serüvenimin gerisinde, söylemek istediklerim ve yazmadan dengeye getiremediğim dengesizliğim yatıyor. Yazmak benim için bir zorunluluk kısacası. Anlatmak istediğiniz ne, diye soracak olursanız; acı, pişmanlık ve toplumu sarsmak, hatta elimden gelirse düzeni yıkmak isteği, diyebilirsiniz.
Beni yazmaya iten şey, çok doğal olarak yaşadıklarım denebilir. Aşağı yukarı 1970’te yazmaya başladım. 12 Mart darbesi, bizim kuşağın üzerinde önemli etkiler bâbında kalıcı hasarlar bırakan bir dönemdi. Başlangıç, bu olabilir.
– “Yazmak için önemli olan yetenek değil, yazar olma isteği ve açlığıdır” sözü, çok önemli bir vurgu.
– Bir kere yazmak için her şeyden önce başkasının ilgisini çekebilecek, evrensel insanlık durumlarıyla ilişkili malzemeniz olacak. Sanatçının her şeyden önce söyleyecek sözü olmalıdır. Ama bu da yeterli değil. Bazen görüyorsunuz; söyleyecekleri var. Anlatacakları var; bu da belirgin. Oldukça da iyi ifade ediyor. Ama yazma isteği ve yaratıcılığı çok kısa sürede yatışıyor ve sonlanıyor. Oysa sanat, uzun soluklu bir maratondur. Örnek; benimki. Romanı yazdım bir buçuk yıl yanımda mayalandı, iki yıl ödüle gitti, ödül kazandıktan sonra beş yıl yayınlanamadı ama ben bu arada yazmaktan vazgeçmedim; oturdum bir tane daha yazdım. Yayınlanmasaydı bir tane daha yazıyor olurdum. Nitekim üçüncü romanımın da notlarına başlamıştım. Yani yazmak, içinizden gelen ısrarlı bir kaynağın sonucu olduğu zaman, insan yazar oluyor. Yoksa, en iyi yazan, en “yetenekli” dediklerimiz yazar olmuyor. Nitekim birçok insan, ben yazar olacağım, deyip deli saçmasıyla başlar; ama yazar olma isteği o kadar baskındır ki eninde sonunda yazdıkları, bir yazarın yazdıklarına dönüşür.
Ben üç paket sigara içiyordum, bıraktım ve ‘Hiç yapmadığım bir şeyi yapayım’ dedim; 40 yaşından sonra saksafona başladım. Herkes çok şaşırdı. Çünkü kimse becerebileceğimi düşünmüyordu. 1993’ten sonra üç yıl, her gün iki buçuk-üç saat saksafonla uğraştım. O sırada mühendis olarak çalışıyordum, çok sık yurt dışına gitmem gerekiyordu. Gitmek zorunda kaldığımda neredeyse ağlardım, saksafon çalışamayacağım diye. Elim nasır olmuştu, yeni yeni geçiyor. Herkes iyi bir parçayı çalmak için 10 defa deniyordu; ben 30 defa deniyordum. Ama onlardan daha iyi çalıyordum. Sonuçta iyi bir şeyi ortaya çıkarmak, emekle ilgili. Sanat da öyle; kan, ter ve gözyaşıdır sanat. Eğer sanata 100 birimlik bir değer biçiyorsanız, bunun yüzde 10’u dehadır, Tanrı vergisidir, yüzde 90’ı emektir. Bütün iyi sanatçılar, çalışkan insanlardır.
– İlk kitabınız “Issızlığın Ortası” da az önce sözünü ettiğiniz gibi bir dönemden sonra ortaya çıktı, değil mi?
– Böyle bir dönemden sonraki tanıklık oluyor. Yazmak aslında okumakla doğru orantılı bir şey. Okuduğunuz andan itibaren aslında bilinçsiz de olsa yazmaya başlarsınız.
“Trajik insanla ilgileniyorum”
– Kitaplarınızın yasaklanma hikâyesini anlatır mısınız?
– O sıralarda Ankara’da yaşıyordum. Ankara’da yaşayan Attilâ İlhan ile –İzmir’den tanırım kendisini- bir dostluğumuz vardı. Daha doğrusu o bir ustaydı, biz de onun yanına gidip gelen edebiyat severlerdik. Bir gün ona bir roman yazdığımı söyledim; çok şaşırdı. Okumak istediğini söyledi. Sonra, “Bu, gayet iyi bir kitap. Yayınlanabilir ama istersen bunu bir yarışmaya gönder, öyle yayınlansın” dedi. Milliyet Roman Yarışmasına gönderdim, 1979 yılı birincilik ödülünü Orhan Pamuk ile paylaştık. Sonra Abdi İpekçi öldürüldü, gazete satıldı, arkasından da 12 Eylül darbesi geldi. Bütün bunlardan dolayı kitap yayınlanamadı. Yayınevi, darbeden sonra benim kitabı sakıncalı buldu ve yayınlamayacağını söyledi. Daha evvel yayınevi demişti ki; ‘Issızlığın Ortası’ndan başka romanın varsa onu getir, basalım.’ Ben ödül kazanmış ve kitabı basılmamış biri olarak durmadan yazıyordum. İkinci kitabımı götürdüm, onu da basılamaz buldular. Yayınevi sansürcüydü. Risk almak istemiyordu. Faşizmin zaten insanlara saldığı korku önemlidir. Faşizmin empoze ettiği yasaklardan çok, insanlar kendileri birtakım yasaklar geliştirirler ve bu uygulamayı genişletirler. İlk kitabım yazıldıktan 10, ödül kazandıktan beş yıl sonra -durum biraz yatışınca- 1984’te yayınlanabildi. Dolayısıyla ikisi de art arda yayınlandı. Ve her iki roman birlikte, Orhan Kemal Roman Ödülü’nü aldı. Çıkışım öyledir. Şimdi bazen, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’ndaki edebiyat derslerinde yazmaya niyetli olanlar oluyor ve bana diyorlar ki; “Hocam yazdıklarımı ne zaman yayınlarım, nasıl yayınlarım?” Diyorum ki; “Sen önce bir yaz. Sonra eserin iyiyse nasılsa bir çıkış yolu bulur.”
“Issızlığın Ortası”, Türkiye’deki o zaman önemli sayılabilecek edebiyat ödüllerinin tümünü almıştır: Milliyet, Orhan Kemal ve Madralı Roman ödüllerini.
– “Siyasi romanların yazarı” tanımını tam olarak kabul etmiyorsunuz ama dönemleri yazıyorsunuz. Birçok romanınızın teması, birbiriyle kesişiyor. “Issızlığın Ortası” (ya da Issızlığın Ortasında), “Geç Kalmış Ölü”, “Yarım Kalan Yürüyüş”, “Adını Unutan Adam” ve “Zamanın Manzarası”nın kahramanları, bir şekilde savaşların, çatışmaların içinden geçen insanlar. “Kusma Kulübü” ise, her şey yolundaymış gibi gösterilen günlük yaşamın savaşını anlatıyor. Romanlarınızda, bu kahramanların penceresinden, Türkiye’nin toplumsal tarihinin izlerini sürerek bir haritayı mı tamamlamaya çalışıyorsunuz?
– Öyle bir iddiam yok. Doğrusu bana “siyasi roman yazarı” denebilir mi, daha doğrusu romanlar böyle, sınırları çok kesin çizilerek kategorize edilir mi, emin değilim. Romanlarımda –günümüzde artık çoğunlukla yazarların ilgilenmediği- toplumsal olaylarla ve kendilerini sınayan, yazgılarını değiştirmeye çalışan trajik insanla ilgileniyorum, hepsi bu. Benim için roman, her şeyden önce insanı anlatmaktır. İnsanı anlatmayan ya da insanda var olup da o güne kadar adı konmamış bir insanlık durumunun altını çizmeye kalkışmayan roman, roman değildir. Ancak insanı çevresinden soyutlayarak anlatamayız. O insanı o hale getiren toplumsal ilişkiler, ekonomik durum nedir, daha doğrusu arkadaki resim nedir? Benim yazdıklarım, trajik tema dediğimiz, klasik tiyatronun temaları sayılabilecek insanlık durumlarıyla ilgili romanlardır. Bu romanlar da çoğunlukla, insanlığın çalkantılı dönemlerini anlatır. Devrimler, isyanlar, politik gerilimler… Klasik tragedyalara bakın; her birinin gerisinde ciddi bir politik durum vardır. Ayrıca günümüzde yazılanlar o kadar apolitik ki, politikayla ilgili bir şey yazdığınız zaman politik yazarmış muamelesi görüyorsunuz. Benim söylemek isteğim şu: Romanlar politik, politik olmayan diye kategorize edilmemeli. İyi roman vardır, bir de kötü roman vardır.
– Toplumsal olayları romana yerleştirmek, sizin politik görüşünüze bağlı bir şey. Politik görüşünüz elvermese 12 Eylül’ü, 12 Mart’ı, Kıbrıs Barış Harekatı’nı fon olarak almayabilirdiniz, meselâ.
– O fonu almamın nedeni, o büyük cehennem ateşinde kavrulan insanları yazma isteğinden geliyor. Bir dolmuş şoförünü yazmak da mümkün ama bununla, savaşmış ve varlık sorunlarıyla kendini yüz yüze bulmuş insanları yazmak arasında fark var. Yoksa hiçbir zaman romanı, politik görüşlerin didaktik bir şekilde tekrarlandığı bir sanat dalı olarak düşünmedim. O çok itici ve anlamsızdır.
“Güneydoğu’dan asker mektupları alıyorum”
– O dönemler -etkileri devam etmekle birlikte- kronolojik anlamda geride kaldı. Hâlâ savaşların insanlık durumlarını etkileyen en önemli olaylar olduğunu düşünüyor musunuz?
– Savaş, günümüzün ortak bölenlerinden biri. Savaş, insanın üzerindeki zarı çıkarıp bir kenara koyuyor. İnsanı kendi özüyle karşı karşıya bırakan çok özel bir durum. İnsan içki içerken ya da yolculuğa çıktığı zaman belli olur, derler ya; gerçek insan da bu tür tehlikeyle yüz yüze geldiği zaman ortaya çıkıyor. Ayrıca bir savaş sonlanmış oluyor ama Güneydoğu’daki savaş hâlâ devam ediyor. Nitekim “Zamanın Manzarası” da o savaş olgusuyla iç içedir. Savaşı içselleştiremeyen ve travmalarını yaşayan insanlar var. Biliyor musunuz, web sayfasına bir sürü insan e-mail atıyor. Güneydoğu’da savaşmış astsubay ve subaylardan o kadar çok e-mail alıyorum ki… Edebiyatseverlerinden tabii… “Yaşadıklarımızı o kadar iyi anlatmışsınız” diyenler; “Bende ne notlar var”, diyenler; küçük düzeltmeler yapıp onaylayanlar… Özellikle “Zamanın Manzarası”nda… Mesela diyor ki “Oranın adı öyle değil, böyle yazılır.” Ya da orada toprak bitiyle ilgili bir ayrıntı var, onunla ilgili açıklayıcı bilgi veriyor; “Bizim başımıza şöyle şöyle gelmişti” diye. Bunu, romanda yaratılan tiplerin gerçekliğiyle ilgili bir ölçüt diye alıyorum.
– 12 Mart ve 12 Eylül’ün içinden siz geçtiniz zaten, ona tanıksınız ama Güneydoğu, Filistin ya da Kıbrıs’tan kahramanları yaratırken, onlarla yüz yüze geldiniz mi?
– İnsan bir kere savaşınca ve bir yerlerde bulununca üç aşağı beş yukarı hepsi aynıdır. İnsanlar ikiye ayrılır: Savaşa uygun olanlar, bir de olmayanlar. Uygun olmayanlar her zaman çoğunluktadır ve birçok şey de bu uygun olmayanlardan uç verir. “Yüz: 1981”, okurlarım arasında farklı düşünceler uyandırdı. “Sizin tarzınız bu muydu?” diyenler oldu. Ya da bazılarından, çok iyi olmuş, gibi değerlendirmeler aldım. O da 12 Eylül insanını anlatıyordu. Politikayla hiç alakası olmayan, sadece gününü gün etmeye çalışan, tutkuyla hiçbir ilintisi olmayan –benim kahramanlarım genellikle tutkusaldır- bir kahramandır. Böylelerini de yazdığımı söyledim. Ama üç aşağı beş yukarı her yazar aynı şeyi yazıyor. Shekaspeare’e bakın; Hamlet, Macbeth birbirinden farklıdır ama neredeyse benzer insanlardır. Zaten yazarları da başkalarından farklı kılan, ‘kendine özgü yazar’ kılan da bu eğilim oluyor. Bir yazarın tınısının olması gerekiyor. Müzikte sound’u diyoruz ya…
– “Kusma Kulübü”nü yazarken günceli takip ettiğiniz anlaşılıyor. Roman, nasıl bir hazırlık süreci sonunda ortaya çıktı?
– Aksine günceli hiç izlemem. Ama açlıktan ölen bebekler günlük haber haline dönüşürse, o zaman bu durum günceli izlemekten çok toplumsal vicdanın sığlığına duyulan bir öfkeye dönüşmez mi? “Kusma Kulübü”nü yazmamın gerisinde insan olarak bebeklerin açlıktan ölmesi karşısında duyduğum öfke ve onulmaz utanç var.
– Kimi kahramanlarınız, kendine acı çektiren, şiddetle seksi birleştiren kahramanlar. Bu, neyin dışavurumu?
– Eğer kahramanlarım dediğiniz gibilerse; cinsellikle şiddetin içe içe olduğunu unutmamalıyız derim. Cinselliğin, özellikle erkek cinselliğinin köklerinde rekabet, dolayısıyla şiddet vardır. Bir de bir saptama yapmama izin verin: Cinsellik ve saldırganlık sanat eserlerinde hiç mi hiç yadırgatıcı değildir.
– Romanlarınızda fantastik öğeler ve simgeler sıkça yer alıyor. Örneğin “Yüz: 1981″deki bina çatlağı, ülkedeki çatlağı, bölünme fobisini ifade ediyor gibi. Anlatım biçiminizi nasıl tarif ediyorsunuz?
– Kendine özgü… Anlatım tarzımı ve kurgumu eleştirmenler böyle tanımlıyorlar. Laf aramızda, bu değerlendirmeyi üstülü örtülü olsa da ciddi bir övgü olarak alıyorum. Tıpkı iyi bir müzisyenin kendine has tınısı olması gibi. Sanırım bu yüzden derinlemesine inen bir okuyucu kitlem var.
– Roman yazmak için mesleğinizi bıraktığınız doğru mu?
– Şöyle söyleyeyim: 1970’lerde yazmaya başladığım zaman mühendistim ve o süre içinde de sürekli yazdım. Sonradan çok büyük bir inşaat şirketinin yöneticisiydim ama 50 yaşına gelirken kendi kendime karar vermiştim; bu işi bırakacağım ve gece gündüz yazacağım, hocalık görevine geri döneceğim, demiştim. 50’sinden sonra mühendisliği tamamen bir kenara bıraktım. Ondan önce üç yılda, müzik araya girince altı yılda bir yayınlayabildiğim romanların zaman aralıkları, 2000 yılından sonra kısaldı. “Yüz: 1981”, “Zamanın Manzarası”, “Kusma Kulübü”, “Düş Kırgınları”… Beş yılda dörde yakın kitap bitirdim. Önce, üç yılda bir roman yazacağım, demiştim. Sonra bu düştü iki yıla. Sonra bir buçuk yıla düştü. Yazmak yaşam biçimi haline getirince ve başka işle de uğraşmayınca, insan çok üretken olabiliyor.
– Karaburun, sizin için önemli bir fon galiba. Son kitabınız “Düş Kırgınları”nda da var.
– “Zamanın Manzarası”nda vardı. Ondan evvel “Yürek Sürgünü”nünde de; Domuz Burnu, koylar, orada yaşayan bir insanla ilgili hikâyeler ve foklar vardı. “Karaburun’da geçen bir aşk öyküsü” diye tarif edilebilecek “Düş Kırgınları”nda, bu bölge (Bodrum semti) tamamen yer alıyor. Kısa kısa Şeyh Bedrettin’den de söz ediliyor, mahalli birtakım hikâyeler romanın içine yedirilmiş durumda. Roman baştan sona Karaburun’da geçiyor, diyebiliriz.
– Yeni bir romana başlarken nasıl bir süreçten geçiyorsunuz?
– Yazmayla ilgili derse girdiğim zaman şöyle derim: Yazmak için bilinmesi gereken birkaç şey var. Birincisi, ne yazacağını bilmek. Temayı yazacaklarınızın odağında tutmak, ustalık ve beceri işidir. İkincisi, öykünüzün sonunu bilmek zorundasınız. Ondan sonrasını kararlaştırırsınız. Sonu bilmeden başı kararlaştırmak, iyi yazarların yaptığı iş değildir. Böyle olunca, önce tasarlamak zorundasınız. Evvelki yaz yüzerken biri dedi ki, “Karaburun ile ilgili hiçbir şey yazmıyorsun.” O ses kulağımın arkasında gidip gelirken “Düş Kırgınları”nı aşağı yukarı 25 dakikada tasarladım. Çıktım, not aldım, sonra baştan sona tasarladım; roman bitmiş oldu. Racine öyle dermiş; yoğun bir çalışmanın arkasından çıkarmış, “Bitti her şey” dermiş. Nasıl bitti? “Hepsi burada” (kafasını gösteriyor). Gerisi kağıda aktarmak. Aralık 2006’da basılan “Belleğin Kış Uykusu” romanım da önce kafamda bitti.
– Yeni senaryo çalışmanız var mı? Var ise Yönetmen Mehmet Eroğlu’nu da tanıyacağız demektir!
– Hayır, senaryo çalışmam yok; doğrusunu söylemek gerekirse yakın bir gelecekte olacağını da sanmam. Çünkü senaryo çalışmalarımın sonuçlarından pek memnun kaldığım söylenemez. Beni bundan sonra senaryo yazmam konusunda kolay kolay kimse baştan çıkaramaz. Dediğiniz gibi, bundan sonra yazarsam, yönetmenliğe de soyunurum.
Eroğlu : Elimden gelse düzeni yıkma isteğiyle yazıyorum
yazarı:
Etiketler:
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.