Türkiye’de imar sorunu

Bugün yürürlükte olan İmar Yasası’nın Osmanlı Devleti’ndeki karşılığı Ebniye (yapılar) Kanunu’dur. 1933 yılında çıkarılan 2290 sayılı Yapı ve Yollar Kanunu Ebniye Kanunu’nun yerini almıştır. 1. Dünya Savaşı yıkıntılarını hızla onarma çabası içinde bulunan Almanya’daki imar mevzuatından esinlenerek hazırlanmış olan Yapı ve Yollar Kanunu 1956 yılına değin yürürlükte kalmıştır. Kentleri yalnızca yapılardan oluşan fiziki çevreler olarak algılayan Ebniye Kanunu’nun yerine çıkarılan Yapı ve Yollar Kanunu, iki temel özelliğiyle kentleşme tarihimizde ileri bir adımdır. Kentlerin yalnızca yapılardan oluşmadığını, bu yapılar arasındaki dolaşımın da kentin önemli bileşenlerinden birisi olduğunu kabul etmiştir ve ülkemizde ilk kez, “her kentin bir imar planı olması gerektiği” kuralını getirmiştir.

Yıkılmış kentlerin onarılması ve yeniden yapılmasını eksenine alan bir yaklaşımın ürünü olan Yapı ve Yollar Kanunu 1930’lu yılların ikinci yarısında ve 40’lı yıllar boyunca, özellikle savaş mağduru İzmir ve 1939–1944 yılları arasında Erzincan’da başlayan depremler dizisinin yıktığı Kuzey Anadolu Fay Kuşağı üzerindeki pek çok yerleşmede başarıyla uygulanmıştır. Ancak, 1950’li yılların ilk yarısındaki kitlesel göçlere dayalı hızlı kentleşmenin gereksinimlerini karşılamaktan çok uzak olan Yapı ve Yollar Kanunu 1956’da çıkarılan İmar Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır.

Ülke kalkınması için seçilen yolun, kentleşmenin, iktisadi ve toplumsal sistemin karakterinde bir alt/üst oluşun yaşandığı döneme rastlayan bu değişiklik kuşkusuz dönemin özelliklerini yansıtıyordu. Siyasal iktidar, baş döndürücü hıza ulaşmış olan kentleşmeye yetişme arzusu içindeydi. Zamanın başbakanı İstanbul’da kimi yolların doğrultularını belirliyor ve ona göre yollar açılıyordu! İmar planları tam bir merkeziyetçilik içinde üretiliyordu. Kentleşmenin hızı değil, ona yetişemiyor olmak sorun olarak görülüyordu. Akın akın kentlere göçen insanlar kendi başlarının çaresine bakmaya, sorunlarını kendi kendilerine çözmeye başlamışlardı. Devletin bile bilmediği hazine arazileri kente gelenlerce belirleniyor, parselleniyor; buralarda kısa sürede mahalleler oluşturuluyordu. Hazine arazileri üzerinden servet sahibi olmak hiç yadırganmıyordu. O arada İmar ve İskan Bakanlığı, ülkedeki bütün belediyelerin imar planlarını yapmakla meşguldü! Her plan için yıllar süren bir süreçte hazırlanan planlar onanmadan eskimiş ve işlevsizleşmiş oluyordu.

1930’larda yalnızca yapı ve yollardan oluşan fiziki çevre olarak görülen kentler artık kolayca servet edinmek için yağmalanacak kaynak haline gelmişti. Ne plan disiplini, ne düzen, ne kural kalmıştı kentlerde. 1966’da çıkarılan Gecekondu Yasası bütün olup biteni yasallaştırarak sorunu çözüvermişti! Aslında hiçbir şey değişmemişti, süreç kendi olağan yatağında akıp gidiyordu. İmar planlarının bir tek işlevi kalmıştı. Kent toprağında rant yaratmak ya da kendiliğinden oluşan ranttan kimin ne kadar pay alacağını yeniden düzenlemek. Anlamı bu düzeye indirgenmiş imar planlarının hiçbir yaptırım gücü, hiçbir saygınlığı kalmamıştı.
1970’li yıllara gelinceye değin yaşanan süreçte, anlamı “kent toprağında rant yaratma ve oluşan ranttan kimin ne kadar pay alacağını yeniden düzenleme” aracına indirgenmiş ve bu nedenle yaptırım gücü ve saygınlığı kalmamış olan imar planları ile kentlerin sorunlarının çözülmesi mümkün değildi. Buna karşılık yerel bir eylem olması gereken imar planı üretimini katı bir merkeziyetçilik anlayışıyla sürdürmeye çalışan siyasal iktidar kentlerimizde yaşanan sorunların kaynağını kurutacak önlemleri almak yerine bir kez daha İmar Kanunu’nu değiştirmeyi tercih etti. 1972 yılında İmar Kanunu’nda kapsamlı değişiklikler yapıldı. Oysa yasalar değişse de kentlerimizin sorunları ağırlaşarak sürecekti, çünkü sorunları yaratan yasalar değil, o yasaları uygulamak için gerekli özeni göstermeyen yöneticilerdi. Nitekim İmar Yasası’nda yapılan değişikliklerden sonra da kentlerimizin sorunlarının çözümü doğrultusunda hiçbir ilerleme sağlanmadı.

70’li yılların özellikle ikinci yarısında, ülke genelinde yaşanan kargaşa ortamında, büyük kentlerimizin gecekondu alanları, kent bütününden fiziksel özellikleriyle ayrışan bölgeler olmanın çok ötesine geçerek, kurulu düzene karşı köktenci muhalefetin yoğunlaştığı bölgeler haline geldi. Buralarda kamu düzeninden söz etmek mümkün değildi. 12 Eylül 1980 hükümet darbesiyle başlayan süreçteki sıkıyönetim uygulamaları kendisini en çok gecekondu bölgelerinde hissettirdi. En büyük acılar daha çok bu bölgelerde yaşandı. Belki de bu nedenle, 12 Eylül yönetimi giderayak, o bölgelerde yaşayan insanlarımızın gönlünü alma ve onları yeniden kazanma adına, gecekonduları yasallaştırmanın yolunu açan 2805 sayılı Yasa’yı çıkardı. 1983 seçimlerini kazanan siyasal iktidar, bu insanları devletle barıştırmak için yalnızca mevcut yapıyı bağışlamanın yeterli olmadığı düşüncesiyle, henüz uygulamaya girmiş olan 2805 sayılı Yasa’yı yürürlükten kaldıran ve gecekondu alanlarına yeni imar hakları getiren 2981 sayılı Yasa’yı yürürlüğe koydu. Aslında bu yasayla gecekondu bölgelerinde öngörülen yeni yapılaşma düzeninin gerçekleşmesi mümkün değildi ama Yasa bütün gecekondular hem bağışlıyor hem de gecekondu sahibine evinin bulunduğu yerde birkaç kat yapı yaparak “köşeyi dönme” umudu veriyordu. Sonuç beklendiği gibi oldu ve kurulu düzenle gecekondu insanları arasında tam bir bütünleşme sağlandı.

80’li yıllarda Türkiye ikinci büyük kitlesel göç dalgasına kapılmıştı. Yüz binlerce insan, 50’lerdeki gibi yine yollara düşmüş, büyük kentlere göçüyordu. Mevcut gecekondu alanları genişliyor, yeni gecekondu alanları ortaya çıkıyordu. İpin ucu bir kez kaçmıştı ve -aslında- kimsenin tutmaya da niyeti yoktu. Siyasal iktidar çareyi bir kez daha İmar Yasası’nı değiştirmekte aradı. 3194 sayılı yeni İmar Yasası ile merkezi yönetimdeki planlama yetkileri çok büyük oranda yerel yönetimlere bırakıldı. Bir başka yasayla da büyük kent yönetimleri yeniden düzenlenmişti. Merkezi yönetim on yıllardır uygulanan ekonomi politikasının ürünü olan ve içinden bir türlü çıkılamayan kentsel sorunlardan kurtulmanın yolunu bulmuştu; çözümü yerel yönetimlerden bekliyor ve çıkardığı yasalarla onlara başınızın çaresine bakın diyordu.

1984 yılında, 3194 sayılı İmar Yasası ile merkezi yönetimdeki planlama yetkileri çok büyük oranda yerel yönetimlere bırakılmıştı ama hazırlanan imar planlarının uygulama araçlarında ve yerel yönetimlerin yaptırım güçlerinde anlamlı bir değişiklik yapılmamıştı. İmar planları, eskiden olduğu gibi yalnızca kent mekanının biçimlenişini düzenleme iddiasıyla yapılıyordu. Merkezi yönetimin elinde bulundurduğu bütün iktidar gücüne karşın uygulamada başarılı olamadığı ve bir anlamda, başarısızlığının ilanı anlamına gelen “imar afları” ile defalarca yeni başlangıçlar yaptığı imar alanında yerel yönetimlerin başarılı olmalarını beklemek yalnızca gerçeküstü bir düştü. 1984 sonrası, bu gerçeküstü düşlerin kentlerimiz için kabusa dönüştüğü yıllar oldu.

Yoksulluk ve sefalet mahalleleri, işsizlik, yasa ve hukuk tanımazlık, başıbozukluk, günlük yaşamda karmaşa, ulaşım ve altyapı yetersizlikleri, kirlilik, denetimsiz büyüme, tümüyle kaçak yapılardan oluşan kent parçaları büyük kentlerimizin temel karakterleri arasına girdi. Bütün bunlara karşın, iktisadi ve toplumsal yaşamı bütünüyle plansızlığa ve kendiliğindenliğe bırakılmış bir toplumun kentlerinde fiziksel planlamanın anlamsızlığı bir türlü algılanmadı ve “imarcılık” hastalığından kurtulmak için bugüne değin hiçbir adım atılmadı. Daha da kötüsü, son yirmi yılda, 3194 sayılı Yasa’ya göre fiziki planlamada neredeyse tek yetkili olan belediyelerin yanı sıra daha pek çok kuruma bu yetkiler dağıtıldı. “İmarcılık”, yani “kamusal erk kullanılarak arazi üzerinde yapılan düzenlemelerle kentin sorunlarının çözülebileceği” anlayışının belirlediği bu tür yetki dağıtımları işlerin daha da karmaşıklaşmasına yol açtı. Kim bilir, belki de istenen buydu!

Oysa kentlerimizin, bugün olduğu gibi dün de iktisadi, toplumsal ve fiziksel bütünlüğü olan; hazırlanma süreci bilimsel, saydam ve demokratik; uygulanışı ise ödünsüz ve kararlı planlara gereksinimi vardı. Toplumdaki iktisadi ve toplumsal yaşamdan; içinde bulunduğu coğrafi özelliklerden; iklim koşullarından doğrudan etkilenen ve bunların etkisiyle biçimlenen kentlerin bütün bu özellikleri göz önünde bulundurularak planlanması gerekiyordu ama hazırlanan imar planlarında bu etkileşimlerden eser yoktu. Kentler hala, yalnızca yapılardan ve yollardan oluşan fiziksel çevreler olarak görülüyor, hazırlanan planlarla kentsel araziden en yüksek getiriyi elde etmek amaçlanıyordu. Kentlerimizde yaşanan ve yaşanmakta olan onca sıkıntıya karşın, kısaca “imar sorunu” olarak adlandırılan sorunlar bütününün özünü oluşturan bu anlayış günümüzde de bütün ağırlığıyla varlığını sürdürmektedir.

Sonuç olarak denilebilir ki, dün geride kaldı, olanlar oldu ama biz şimdi bu kentlerde yaşıyoruz ve yüzlerce, binlerce yıl daha insanlar buralarda yaşayacak. Aslında insanlar kendilerinden önce oluşmuş fiziki mekanlarda yaşarlar ve bugün oluşturdukları kent mekanını kendilerinden sonrakilere bırakırlar. Bugünün sorunlu kentlerini sorunlarından arındırmak ve yarına sorunsuz yaşam alanlarından oluşan kentler aktarmak için her şeyden önce yapılması gereken toplumdaki kente bakışın ve onu algılayış biçiminin ivedilikle değiştirilmesi gerekmektedir.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın