Madalyonun bir de öteki yüzü var. Yapılabilecekken yapılmayan ya da yapılamayanları düşününce derin bir hüzün kaplıyor içimizi, üzülüyoruz.
Örneğin 9 Eylül 1922’yi izleyen günlerde İzmir’in büyük bölümünü yok eden yangından arta kalan alanlarda şimdi o yangından kalan hiçbir iz yok ama bugünkü kentimizin birçok bölgesi yangın yeri gibi. Nüfusumuzun yarıdan çoğu, hiçbir plan disiplinine uyulmadan, hiçbir mühendislik hizmeti almadan yapılan yasa dışı yapılarda yaşıyor. Konak Belediyesi’nin düzenlediği kent içi turlara katılan birçok insanımız yıllardır yaşadığı liman kenti İzmir’de denizi ilk kez görüyor. Kentimizde sanki iki ayrı çağ, iki ayrı uygarlık, iki ayrı dünya ve iki ayrı yaşam var. Boş hayaller peşinde bu toprakları işgal edenlere karşı mücadele verenler buralarda böyle var olmamızı mı amaçlıyordu?
1931 1940 yılları arasında İzmir Belediye Başkanlığı yapan Behçet Uz döneminde yapılanlara baktığımızda, aslında nelerin amaçlandığını görebiliyoruz. İki milyon lira borcu olan belediye ve yangın harabelerinden oluşan bir kent devralan Behçet Uz biri Kültür Park olmak üzere birçok parkla süslenmiş yemyeşil bir kent, genç ve dinamik kadrolarla donatılmış bir belediye yarattı. Zamanın valisi Ethem Aykut’un engelleyici bürokrasi anlayışına karşın ulaşılan bu başarı ne yazık ki onu izleyen dönemlerde sürdürülmedi ve bugünlere gelindi.
Benzer gelişmeler öteki kentlerimizde de yaşandı. Mustafa Kemal’in ölümüne değin geçen süreçte kentlerimizin sağlıklı yaşam çevreleri olarak düzenlenmesi ve geliştirilmesine yönelik çabalar 1940’lı yıllarda yavaşladı ve bunun yerini “kudretlilerin” kişisel istek ve özlemlerine uygun gelişmeler aldı. Örneğin, İstanbul’da yapılacak köklü yatırım ve değişiklikler için plan kararları değil bu “kudretlilerin” kararları egemen olmuştu. O günlerdeki çalışma anlayışının vardığı sonuçları göstermesi yönünden İstanbul Belediye Meclisi’nin 1 Haziran 1957 tarihinde aldığı bir kararı anımsatmak yeterli olacaktır. Bu tarihte İstanbul Belediye Meclisi, zamanın başbakanı Adnan Menderes’e “İstanbul Fahri Belediye Reisi” unvanı verilmesini kararlaştırmıştı.
1960 sonrasında kentlerin yönetimine ve planlanmasına ilişkin kimi değişiklikler yapılmaya çalışıldıysa da bunların “kudretlilerce” sürekli engellenmesi olumlu sonuçlar alınmasını önledi. 1980’li yıllar keyfiliğin, pervasızlığın, yasa ve hukuk tanımazlığın zirve yaptığı dönemlerdi.
Bugün içinde yaşadığımız ve kentlilerin büyük çoğunluğunun yakındığı olumsuzlukların tarihsel kökleri olsa da, bunların asıl olarak 80’li yılların ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Tekil yapılan gecekondulardan gecekondu ağalığına, yerel otopark kâhyalığından otopark mafyasına, küçük ihale yolsuzluklarından örgütlü ihale yolsuzluklarına bu yıllarda ulaşıldı. Sonucu görüyoruz ve birlikte yaşıyoruz. Sorun büyüdükçe çözüm zorlaşıyor ama “artık çok geç” yılgınlığı ile çözüm üretilemeyeceği de açıkça görülüyor.
Her kurtuluş gününü bayram havasında kutlamak kuşkusuz çok güzel ama 85 yıl önceki kurtarıcılara layık olduğumuzu göstermeye bu bayramlar yetmiyor. Onlara gerçekten layık olabilmek için, her kurtuluş gününde bayrağımızı göndere çekmek kadar, o bayrağın nasıl bir alanda dalgalandığını önemsemek gerekiyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.