Nüfusun çoğunluğunun kırsal alanda yaşadığı ve temel iktisadi etkinliği tarımsal üretimin oluşturduğu o günün Türkiye’sinde “hızla kentleşme özlemiyle” kalkınma planına konulduğu anlaşılan bu hükmün yanlışlığını görmek için kuşkusuz aradan kırk yıl geçmesi gerekmiyordu. Planlama, bir anlamda öngörü sanatıdır ve plancı ile öteki insanlar arasındaki başlıca ayrım işte bu öngörüdeki isabet oranında kendisini gösterir. Plan, içerdiği öngörülerle geleceği yönlendirmek; insanlara mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdürecekleri koşulları sağlamak amacıyla hazırlanır. Planda yer alan öngörülerdeki isabetsizlik var olan sorunların büyümesine ve onlara yeni sorunlar eklenmesine yol açar. Oysa plan önce sorun yaratıp sonra o sorunları çözmeye çalışma oyunu değil, toplumu mevcut sorunlarından kurtarma ve gelecekte çıkabilecek sorunları önceden saptayarak, onlara karşı gerekli önlemleri alıp uygulama becerisidir.
Şimdi, planlama üzerine bu anlatım da nereden çıktı diyebilirsiniz. Genel seçimlere doğru son haftaya girdiğimiz bu günlerde siyasetçilerin birbirleriyle didişmeden arta kalan süreler içinde ortaya koydukları vaatler bize kırk yıl öncesinin İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’ndaki o hükmü anımsatıyor. Ülkeyi yönetmeye talip insanların, kahvehane sohbetlerinde ortaya koyulan “ülkeyi kurtarma reçetelerinin” düzeyini aşmayan vaatleri, sizi bilmem ama bize karabasan gibi geliyor. Miting kürsüsüne ya da televizyon ekranına çıkan hemen her siyasetçi seçmene şirin görünmek için esiyor, üfürüyor. Mazotun fiyatından İmralı mahkûmuna, IMF ile ilişkilerin kesileceğinden idam cezasının yeniden getirileceğine değin önü arkası düşünülmediği açıkça belli olan yığınla konuda akıl almaz vaatler sıralıyorlar. Vahim olan bu tür ipe sapa gelmez vaatler değil, iktidara talip insanların bu tür vaatlerde bulunabilmeleridir; çünkü bunların dile getirilebilmesi için ya o siyasetçilerin derin bir cehalet içinde olmaları ya da seslendikleri seçmen kitlesinin zekâ düzeyinin hayli düşük olduğunu varsaymaları gerekir. İki durumda da bu tür insanların iktidar olduğu bir ülkede yaşıyor olma düşüncesi önümüzdeki yıllar için en kötü karabasandan daha kötü duygulara kapılmamıza yol açıyor.
Aslında bütün sorun, ülkemizde siyasi iktidar olgusunun nasıl algılandığında düğümleniyor. Çok uzun zamandır Türkiye’de siyasi iktidar halka hizmet ve ülkeyi “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak” için bir araç olarak değil, kamu kaynaklarının dağıtım erkini ele geçirmenin tek yolu olarak görülüyor. Üstelik bu yalnızca siyasetçilerin algılama biçimi de değil; seçmenin de büyük çoğunluğu “iktidarı” böyle algılıyor ve tercihini buna göre belirliyor. 22 Temmuz gecesi seçim sonuçları belli olmaya başladığında bu gerçeği bir kez daha göreceğiz.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.