Yalvarıyorum efendiler
Bu satırları “isyandan” önceki “son” sükûnet olarak kabul edin. Çünkü gerçekten sakince yazıyorum. Parmaklarım bile her zamanki “öfkemle” vurmuyor tuşlara. Gözümün önünden gitmiyor o bakışlar. Bir öğretmenin, öğrencilerinden yediği kurşunun acısıyla fırlattığı o korkunç bakışlar. Öğretmenimin gözlerindeki o korkunç bakış, belki de kurşundan çok kurşunun geldiği öğrencileriyle ilgiliydi.
Bu satırlarımı kime yazıyorum, kime “yalvarıyorum” biliyor musunuz?
Mevkisi, makamı, şanı, şöhreti, parası, pulu, rütbesi ne olursa olsun tüm yetki sahiplerine, tüm “müdür” ya da” başkan” olanlara. “Son kez” diyorum çünkü dört buçuk yıl boyunca her gün, her sabah televizyonda konuştum ben bunları. “Köşe” sahibi olduğumdan beridir de hep yazıyorum, uyarıyorum, iddia ediyorum. Öğretmenin “ayağından” vurulması olayının, diğer “okulda şiddet olaylarından” büyük farkı yok belki. Öğretmenler öldürüldü, dövüldü, hakarete uğradı. Öğrenciler birbirlerini dövdü, kesti, öldürdü. Ama sabrın da bir “taşma” anı var ya? İşte o noktadayım.
42 yaşındaki öğretmen Murtaza Barut kimdir, nasıl biridir bilemem ama bildiğimiz “öğretmen” olduğu ve “öğrencileri” tarafından “mafyavari” yöntemle vurulmasıdır.
Bu olay, bugüne kadar hep görmekten kaçındığımız, küçümsediğimiz bir tehlikenin geldiği son noktadır. Belki Allah korusun ana bugün, daha korkunç bir olay daha yaşanacak Türkiye’nin bir okulunda.
Olan biteni bir yana koyup, Allah rızası için bu ülkenin yetki ve makam sahiplerine yalvarıyorum. Çünkü belki de “makam araçlarının” rahatlığından bir türlü o araçlardan inip “karışamadılar” yurttaşların arasına. Hep “salon nutuklarıyla” sorunların çözüleceğine inandılar. Bir takım “şakşakçı” köşe yazarlarının da “gazıyla” hep “en doğruyu” ve “en mükemmeli” yaptıklarına inandırdılar kendilerini. Kusura bakmasınlar ama aynı kendi “aristokratlıkları” ayarındaki “takım elbise danışmanlarının” tepeden bakan yönlendirmeleriyle hep “en gerçeği” yakaladıklarına inandılar.
Okullardaki olayları hep “polise” havale edip, bir iki tane “içi geçmiş” adamın konferans vermesiyle “durum kurtarmaya” koyuldular.
Ama gelinen nokta bu işte! Bildiğim çok “şey” var ama yansıtamıyorum. Ancak okullardaki rezillikleri ortadan kaldırmanın yolunu biliyorum. Bu ciddi bir “seferberlikten” geçer. Özellikle “okul-veli” ilişkisinin yeniden tesisi gerekir. Televizyonların anne ve babaları, saçma sapan programlarıyla “esir almasının” önüne geçilmeli.
Öğretmenime üzülüyorum. Okullarıma üzülüyorum. Ben öğretmenlerimin ellerini öpmek isterken, onlara uzanan ellerin “nasıl” kalktığını gördükçe öfkem artıyor.
Bu ülkenin “yetkili makam sahipleri” ne zaman makam araçlarından inip, içi öğrencilerle dolu bir belediye otobüsüyle yolculuk ederlerse işte o zaman “çözüme” büyük bir kapı açılır.
Bu satırlardan bir şey anlamayan “çokbilmişler” dua etsinler ki TV’de değilim. Yoksa “gök kubbe” nasıl yere “başlara” indirilir gösterirdim. Lakin ben yine de “yalvarıyorum” akıllarını başlarına alıp düşünsüler diye.
Ege Orman Vakfı örneği
Ne güzel bir vakıf oldu Ege Orman Vakfı. Vallahi gurur duyuyorum. İzmir’de “istenirse” ne güzel birliktelikler oluşuyor. Hem de yurttaşlara da “ekmek” sağlıyor. Cem Bakioğlu’nun, “bana neci” bir işadamı olmaması onca yurttaşa, zeytin yoluyla ekmek kapısı açmış. Oluşturduğu ormanlar tabii ki çok önemli ama şu “iş alanı” oluşturmasının üzerinde durmalıyız sanırım. “Bu çalışmamızın farklı bir yönü de çevremizde kırsal kesimde yaşayan vatandaşlarımıza iş imkânı yaşatmış olmasıdır. Ayrıca bu projeyle köylümüzü modern zeytin tarımına özendiriyoruz.” Bu sözlerin sahibi Ege Orman Vakfı’nın kurucusu Cem Bakioğlu. Cem Bey’in medyaya “zırt pırt” beyanat vermediğini iyi bilirim. Yani Cem Bey konuştu mu, iyi incelemek gerekir. Hele ülkemdeki işsizlik bu kadar yoğunsa, daha dikkatli incelemek gerekir. Acaba Cem Bakioğlu ve Ege Orman Vakfı “başka bir şey” söylemek istiyor olabilir mi? Yani bu konuyu “ilk zeytin ve yağı” gargarasına getirmesek diyorum!
Orada olmak isterdim
İzmir’in başkanı Kocaoğlu geçtiğimiz günlerde MHP İl Başkanlığı’nı ziyaret etmiş. Ben de sizler gibi bunu basından öğrendim. Keşke orada olsaydım. Keşke bu yazıyı “gözleri” görerek yazıyor olsaydım. Çünkü bu ziyareti “çok isteyen” biriydim!
İki başkanın da “yüreklerini” iyi tanıdığıma inanıyorum. Aziz Bey’in bende bıraktığı izlenimi, başkan olduğundan beri hem TV’de hem de bu köşeden biliyorsunuz zaten. Bazen çok kızsam da, kızacak olsam da Aziz bey’i sevdiğimi inkâr etmem. Müsavat Dervişoğlu da öyle. Dervişoğlu ile gece ve gündüz olarak neredeyse 2 ay yaşadım. Dışarıdan görüldüğü gibi sert ve “hort hortçu” bir insan değil. Tartışmayı, her şeyden önce “dinlemeyi” çok iyi bilen, pek çok politikacının tersine çok okuyan ve sürekli araştıran biri. Karşı düşüncelere yaklaşımı, tahmin edemeyeceğiniz kadar demokratça. Milliyetçiliğin saçma sapan bir yığın adamın ağzında sakız olduğu bugünlerde Dervişoğlu, Milliyetçiliğin ne olduğunu da, ne olmadığını da belge ve kanıtlarıyla masaya koyabilecek ender insanlardan inanın.
Ziyarette öylesine bir an yaşanmış ki, baktım gazetelerde göremedim. Hani aklıma gelmiyor değil, Başkanın MHP ziyareti ve ziyaretteki “demokrat sıcaklık” kim bilir kaç “naylon efendinin” canını sıkmıştır. MHP İl Başkanı, İzmir’in başkanını çok sıcak ve içten karşılamış. Bu örnek bir nezakettir. Başkana bazı CHP’lilerin kurduğu pis tezgâhları düşünüyorum da…
MHP İl Başkanı Dervişoğlu, Başkan Kocaoğlu’na nazar boncuklu çikolata ikram ederken “Allah, İzmir’in uzlaşma kültürüne nazar değdirmesin diye mavi çikolata ikram ediyoruz. Allah, İzmir’in uzlaşma kültürünü nazardan saklasın” demiş. Başkan da “tabii ki eleştiriler olacaktır. Ancak bunların yapıcı ve kent yararına olması gerekir. Bunun hazzını da hep birlikte yaşamalıyız” karşılığını vermiş. Bugünlerde İzmir’deki neredeyse her “mühim efendinin” AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın İzmir ziyaretini yere göğe sığdıramadığını görüyorum da sinirlerim bozuluyor. Çünkü samimiyetten yoksun ve sanki “mecburen” yapılmış tespitlerdi gibi geliyor bana. Oysa CHP’li Başkan Kocaoğlu’nun MHP ziyaretine bakıyorum da, eleştirilere rağmen her türlü hırstan uzak, gerçek bir uzlaşmanın insani havasını hissediyorum. AKP Genel Başkanı’nın ziyaretinde bazı İzmirliler “iki günlüğüne” AKP’li oldular ama Aziz Bey’in ziyaretinde kimse “kim” olduğunu unutmadı.
Dedim ya keşke ben de “o an” orada olsaydım!
Kurtlar Vadisi başladı
Siz izliyor musunuz bilemem ama ben Kurtlar Vadisi filmini izliyorum. Şikâyetçi de değilim. Dizi de eleştirilen şiddetin bin beterini, birçok Amerikan filminde görmemize rağmen bazı “elli mumluk aydınların” patırtısını da “normal” göremiyorum. Perşembe akşamları yayınlanan dizi için, yayın öncesi birçok şikâyet gelmiş RTÜK’e. Olabilir. Ancak bir iki aydır, özellikle ev kadınlarını esir eden o abuk sabuk ve sözde “magazin” olan “dedikodu” programları için ne yapılıyor merak ediyorum. Bu ülkenin “sözde” ünlülerinin reklâm kokan rezalet yaşamlarını günlerce “analiz” etmenin, hangi yayıncılık ahlakıyla bağdaştığını kim açıklar acaba? Hele “halkımız istiyor” bahanesi kadar “terbiyesizliğini” hangi gazetecilik etiğiyle açıklayabiliriz ki? O “sözde ünlülerin” neden boşandıklarını biraz da “dini” yönlerden yorumlayan Zekeriya Beyaz “hocafendiyse” ne demeli acaba? Yazıklar olsun ki, bu ülkenin temiz yürekli insanlarını 12 Eylül mantığı ile “uyuşturmak” tatlı kârlar getiriyor. Ben “Kurtlar Vadisi’ni” izledikten sonra kimseyi öldürmeyi düşünmüyorum. Ama ülkemin geleceği için “düşünüyorum”! Lakin sabahları televizyon açtığımda “bazıları” için hiç hayırlı düşünmüyorum! Neden acaba? Size geçen günlerde “çok sıkıldığımı” söylemiştim ya, inanın televizyonu çok özledim. Bu arada duydum ki İzmir’in bazı “naylonları” devlet teevizyonu dâhil, benim “konuk” olarak çağrılmamam konusunda “harekete geçmiş”. Yakında bunu da yazacağım. Yahu meğer ben ne “önemli” adammışım da bilmiyor muşum (!)
“Hatırla Sevgili oyunu
İstanbul Televizyonlarından birinde Cuma geceleri bir dizi yayınlanıyor haftalardır. Gerçekten iyi kurgulanmış ve kaliteli oyunculukların sergilendiği bir dizi. Adı da “Hatırla Sevgili”. İlk bölümünden bu yana izliyorum. Dizideki konu ağırlığı sözüm ona bir “aşk öyküsü” üzerine kurulmuş. Sözüm ona diyorum çünkü bu dizi son iki haftadır ciddi olarak “siyasal bir dönemin” yargıcı kesildi. 27 Mayıs “devrimine” hakaret bir yana, o dönemde olan bitenlere öylesine “tek yanlı” bakmaya başladı ki, koskoca İsmet Paşa bile son bölümde “zavallı, aciz, işe yaramaz” biri gibi gösterildi.
27 Mayıs mahkemesinin dizideki karşılığı adeta “faşist bir cunta mahkemesi” gibiydi. Tabii ki idamları savunmam. Ancak 27 Mayıs’a giden yolda Demokrat Parti’nin kendini halkın üzerinde gören tutum ve davranışlarını, “vatan cephelerini”, basına açık sansürü, polis devleti küstahlıklarını da unutmaya hiç niyetim yok. Her konuyu, karşıt düşünenlerle uygarca tartışırım. Lakin özellikle 19551960 arası fütursuzluklarını, genç kuşaklara TV marifetiyle ve üstelik “aşk” gibi üstün bir duyguyla yutturmaya çalışmak, her şeyden önce insanın kendi tarihine ihanetidir. Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamları ile Celal Bayar’ın “idamdan kurtulması” tarihçilerin incelemesi gereken bir konudur. Ancak 12 Mart ve 12 Eylül’de olan bitenlerin sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin “yediği kazıklarla”, 27 Mayıs sorması hazırlanan Anayasa’nın sağladığı gerçek özgürlük ortamını da iyi analiz etmek gerekir. Özellikle 12 Eylül sonrası Türkiye’nin girdiği yozlaşma süreci, köşe dönmecilik, “birden bire” zengin olma yöntemleri, aynaya bakmayan naylon cücelerin sanal yükselişi, yabancı sermaye şakşakçılığı, misyonerlikteki artışlar, yurttaşa oynanan kredi kartı ve hipermarket tuzakları ve en korkuncu basının “yozca medyalaşması” yaşandı. Üstelik 12 Eylül öncesine bakıldığında da, Türkiye’nin aydınlık beyinli nice solcu veya sağcı ama genç nice insanları öldürüldü. Tarihsel unutkanlık bence bir milletin ve devletin sonunu hazırlayan en önemli faktördür.
Ahmet ile Yasemin, dizinin ilerleyen bölümlerinde “ne halt” ederler bilemem ama ben izlemeye devam edeceğim. Umarım “Hatırla Sevgili” dizisi ilerleyen bölümlerinde “Sakın Hatırlama Milletim” dizisine iyice dönüşmez!
Bitaraf, birtaraf, bertaraf
Geçtiğimiz Cuma günü bu köşede yazdığım yazıya, yazının muhatapları cevap verme nezaketi göstermedi ama onların dahi dudaklarını uçuklatacak sayıda yurttaş, özellikle internet yoluyla sorular sordu, yorumlar yaptı. Özellikle de 17 Ocak tarihinde TBMM’den geçen, sadece adında “Türk” olan Petrol Yasası, en azından bu “boş verin yaaa, idare ediyoruz işte” denen yazarın okurlarınca ciddiye alındı. Bu sadece adında “Türk” olan Petrol Yasası’nın bazı maddeleri Sevgili Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer tarafından “veto” edildi ve TBMM’ye geri gönderildi. Çünkü bu yasa, Türk topraklarının “petrol” konusundaki egemenliğini, olası kritik günlerde bile elin ecnebilerine “ikram” ediyor. Bana gelen yorum ve soruların hepsini yanıtlamaya çalışıyorum. Petrol-İş Sendikası da elinden gelen tüm “ulusal bilinçlendirme” çabalarını gösteriyor. Lakin memleket medyası öylesine “gaflet ve delalet” uçurumuna düşmüş ki, böylesine önemli bir yasa yerine bizler ne kadar basit, iğrenç konu varsa onları tartışıyoruz. İzmir’in kanaat önderleri arasında Tuğrul Yemişçi’nin tercihine saygı duyarım. Zira Tuğrul Bey “baştan” beri kartlarını açık oynadı. O yüzden de şimdi adı AKP Milletvekili aday adayı olarak geçiyor. Ama örneğin Fatih Dalan’ın DYP, Mehmet Ali Susam’ın CHP aday adaylıklarıyla ilişkilendirildiklerini düşünecek olursak, Yemişçi dışındaki kanaat önderlerinin Türkiye siyaseti hakkında daha net olmalarını beklemek “hakkımız” olur. Çünkü Recep Tayip Erdoğan İzmir’e son gelişinde mükemmel bir “siyaset” yapıp gitti. AKP Genel Başkanı Erdoğan, başkanlığının “hakkını” verirken, bizim de beklentimiz “İzmir’in Başkanlarının” durduğu yeri öğrenmektir. Çünkü görünen odur ki çok yakın gelecekte “bîtaraf” olan “bertaraf” olacaktır! Benimkisi sadece “dostça” uyarmaktır!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.