“Başarılı bir asker, devrimci bir devlet adamı. Kendi kaderini ulusuyla birleştiren bir adam. 1915’de Çanakkale’de İngilizlere tarihlerinin en büyük yenilgilerinden birini yaşattı. 1918 yılında I.Dünya Savaşı’ndan yenilgi yüzü görmeden çıkan tek Osmanlı Komutanı. 4 yıl sonra halkını etrafında toplayarak emperyalist güçlerin desteklediği işgalci Yunan güçlerini yendi ve halkına bağımsızlık yolunu açtı. 1923 yılında Osmanlı İmparatorluğu yıkıntıları üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu ve ilk Cumhurbaşkanı oldu. 6 ay sonra şeraite karşı savaş başlatıp kazanan tek lider oldu. Ektiği demokrasi tohumları sayesinde Türk Ulusu içeride ve dışarıda pek çok zorluğa göğüs gerdi. Stalin onu faşist addetti. Hitler ve Mussolini komünist olarak yorumladı. Bazıları da diktatör dedi. Halkı ise o’na ATATÜRK adını verdi!”
Nasıl ama?
Bağımsız Cumhuriyet’imizin bayramını “inadına” kutluyorum!
İzmir’e “Karagöz”ü izlet Aziz Bey
Bayramı “mezarlıkları” yazarak geçirdik. Ulaşımın “bedava” oluşundan kaynaklanan yaklaşım ve davranış yanlışlarını, hatta öyküleşen tatsızlıkları yazmayacağım. Ama kimse kusura kalmasın, zaman zaman sokağa çıkmak bile istemiyorum. Ben de oturup beşinci kez o filmi izledim. Daha önce de bu köşede yazmıştım. Yönetmenliğini Ezel Akay’ın yaptığı, başrollerini Haluk Bilginer, Beyazıt Öztürk ve Güven Kıraç’ın paylaştığı, konusu 14. yüzyılda geçen bir film “Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?”
Hacivat’ı da Karagöz’ü de hepimiz tanırız değil mi? Az çok neden idam edildiklerini de biliriz. Şeyh Küşteri’yi de, Hacivat ve Karagöz’ü, idam edilmelerinden sonra “sonsuza dek” yaşatmaya başlayan kişi olarak hatırlarız.
Ama bu filmi görmelisiniz. Hem de saniye saniye dikkatle izlemeli sonra da şöyle etrafınıza bakmalısınız.
Örneğin aklıma takıldı. Bu film 17 Şubat 2006’da vizyona girmiş. Ama anımsıyorum da film ile ilgili öyle günlerce ne haber yapıldı ne de üzerinde duruldu. Oysa filmi izleyince, Türkiye’de “bazı grupların” tepki göstermesi beklenebilirdi. Dikkat ediyor musunuz bilmem ama, ben de bu film ile ilgili ancak sekiz ay sonra yazıyorum.
Bu film üzerinde neden hiç durulmadı ben biliyorum. Çünkü bu film de özetle “doğru söyleyenin öyle ya da böyle kellesi gider” gerçeği vardı. “Kadı Pervane’nin” insanlık tarihinin en vazgeçilmez tipi olduğu ne güzel vurgulanmış. Kadı Pervane ki, kendi kellesini korumak, kendi çıkarlarını arttırmak için ne de güzel “siyaset” icra edip, Hacivat ile Karagöz’ü gönderdi cellâda? Hem de Orhan Gazi “emriyle”! Ne bilsin Orhan Gazi, emrinin sonucunu?
Kadı Pervane her devirde var. Yanlışı doğru eder, ağlayanın güldüğünü, sorunun olmadığını, şikâyetlerin yalan, dertlerin abartı, eleştirinin hakaret, siyahın beyaz, boşun dolu, kötünün iyi, tembelin çalışkan olduğunu bir güzel “siyasetle” ne de güzel yutturur Bey’lere, Başkan’lara, Paşa’lara! İşte onun için bu köşe aracılığıyla İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’na, benim deyişimle Aziz Abi’ye bir davetim var bugün. Korsan olmayan VCD’yi aldım. İstediği bir gün birlikte “Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü” filmini “sessizce” izleyelim. Davetim de ciddiyim. Yanıtı da burada yazacağım. Çünkü bayram da anladım ki Aziz Abi’nin etrafında umduğumdan çok Kadı Pervane var. Bense hem İzmir’i hem de O’nu seviyorum, korkuyorum!
Deprem korkusu, İzmir’in suskunluğu
İstanbul’u yine deprem korkusu aldı. “Ulusal” yayın yaptığını iddia eden televizyonlar da, bir güzel “İstanbul’un yerel kanalı” olduklarını kanıtladılar. Maşallah hepsi haberlerine “İstanbul’da deprem olacak mı?” sorusuyla başlıyorlar. Biz de İzmir’de oturup, “İstanbul depremini” öğreniyoruz. Sanki İzmir’in riski yokmuş gibi! Ancak izliyorum da, bizde “tık” yok! Ne oldu İzmir’in “deprem çalışmaları”? Ankara’dan İzmir’e de, tıpkı İstanbul’a gösterildiği gibi “ilgi” gösteriliyor mu? Hani nerede İzmir’in başta AKP’li olmak üzere milletvekilleri? Yok mu o milletvekillerinin İzmir’de oturan yakınları, sevdikleri, akrabaları? Ne acayip bir kent olduk böyle. İstanbul “tek yürek” olmuş, belki de gerçekten yaklaşan depremi konuşuyor, İzmir ise daha bir yıl önce yaşadığımız korkuya rağmen ne kadar içi boş mesele ve tartışma varsa onlarla uğraşıyor. Ne diyeyim ki, Allah topumuzu ıslah etsin!
Vergi dairesi “acı biber” sürer mi?
Milliyet Ege’de geçen gün yayımlanan bir habere göre İzmir’deki vergi denetmenleri işi gücü bırakmış, yurttaşın faiziler uygunken banka kredisiyle aldığı evlere takmış. Ev alan yurttaşları vergi dairelerine “çağırıp” sorgudan geçiriyorlarmış. Hatırlıyorum da İzmir Vergi Dairesi daha önce de “yeni evlenenlerin” peşine düşmüştü. Mustafa Bulut’u görsem soracağım ama bu “davet” işine taktım ben. Eğer bunda “gerçekten” bir devlet çıkarı varsa, bu daha “uygar” yapılamaz mı? Yani vatandaşa telefon açılır, evine gidilir. Ama mutlaka “güler yüz” gösterilir ve iş “sorgulama” olmadan yapılır. Yurttaşı “ayağa” çağırmanın bu çağ yöntemleriyle değil “başka” çağların yöntemleriyle ilişkisi var bence. Öte yandan hani sormadan edemeyeceğim, İzmir Vergi Dairesi “her türlü” vergi kaçağını önledi de iş, vatandaşın evine eşyasına mı geldi? Bir de “davet mektubuna” uymayana, Mustafa Bulut ne yapar ki? Sağ elinin başparmağını sallayarak “ıııııııı” mı der yoksa gelmeyenin ağzına acı biber mi sürer?
DSP İl Başkanı doğru söyledi, ama…
Ege Üniversitesi içine “konuşlanan” ecnebi mekânlardan hoşlanmadığımı, Amerikalılar henüz öldürmedilerse, Bağdat’taki “Sağır Sultan” bile duydu. Ama bu konunun “örtüsünü de” kaldırmaya kimse gerek görmedi. Hele siyasetçiler, asla! Ama geçen gün DSP İl Başkanı Özdemir Sökmen, Ege TV’de bu konuyu açtı, çok şaşırdım. Sökmen “yurttaşların sağlık ve eğitim yerleri yapılsın diye, zamanında erk ettiği toprakların şimdi esnafı yok eden yerlere dönüştüğünü” söyledi özetle. İlginçtir ama Bornova’daki bu “ecnebi” oluşumlara yönelik kimlerin ne düşündüğünü, esnaf teşkilatlarının, yerel yönetimlerin, merkezi yönetimin ne yaptığını hiç duymadım. Belki de o yüzden DSP’nin tavrına hem şaşırdım hem de hoşuma gitti!
Hangi “hak” Ülkü Hocam?
26 Ekim sözde “Hasta Hakları” günüymüş. Hani ne derler: “tuzlayım da kokmasın”. Siz hiç bu “günle” ilgili bir şeye tanık oldunuz mu? Adı “hak da” olsa, bu ülkenin hastanelerinde “hasta hakkı” sadece adı “Hakkı” olan erkek hastaların ismidir. Okuyun şimdi EÜ Hastanesi Acil Servisi’nde yaşanan bir olayı. 13 Ekim 2006 günü saat 11.00 sıralarında EÜ Acil Servisi’ne bir hanım hasta getirilir. Şikâyeti “yüksek tansiyondur” ve halsizdir. Acil servistekiler müdahale ederler. Ancak hasta, çok kısa bir süre önce aynı hastanenin Dermatoloji kliniğinde yatmıştır. Daha önce de DEÜ Hastanesi dermatolojide tedavi görmüştür. Her ilacı kullanmaması gerektiğine ilişkin kendisine uyarı yapılıp bir de liste verilmiştir. Hasta bayan, acil serviste bu listeyi ve uyarıyı, kendisiyle İlgilenen bayan hekime de iletir. Uyarı “Lichen planus’u uyaran ilaçların kullanılmamasını” kapsamaktadır. Ama şimdi sıkı durun, uyarıya rağmen bayan hekim, hastaya vermemesi gereken ilaçları veriri. Hasta evine gittiğinde ise fenalaşır. EÜ’de kendisine daha sonra bakan hekimler de, bu ilacın verilmesine büyük tepki gösterirler. Bu hastanın, hekimin adı bende mevcut. Sağlık Karnesi e tabii. Sözüm ona “hasta hakları birimleri” var değil mi? Peki bunu “hastalara” duyurmak gerekmiyor mu? Hasta bugün veya yarın “yasal hakkını” aramaya başlayacak. Bakalım Ülkü Bayırdır hocamız ve duyarlı başhekimimiz, bu yasal hak yolunda ne yapabilecekler? Bu işin adını koymak lazım sanırım, toplumsal vicdanımız artık o adar darbe almış ki, Hipokrat mezarından çıksa ne yapacağını düşünemiyorum. Bu konuyu “ibret” olsun diye devam ettireceğim. Hatta “hak arama” yolunda ben de “haklıların” yanında olacağım!
Sadece merak ettim
Alsancak’da bir büyük bina var. Kapısı pencereleri hep sıkıca kapalı. Duvarında da kocaman bir “mason logosu” asılı. Burası “Hür ve Kabul Edilmiş Masonların” karargâhı. Bu esrarengiz biraderlerle ilgilenecek değilim. Haklarındaki söylentiler de umurumda değil. Ama geçen gün dikkatimi çekti merak ettim. Kapısındaki güvenlik görevlisi “güler yüzlü” olsa soracaktım. Büyükçe bir pankart asılmış buraya, daha 29 Ekim’i yaşamadan, bu “esrarengiz biraderler” 10 Kasım için, Atatürk’ün “ölümünü” anmak için konser mi ne vereceklermiş. Hem de gelenekselmiş bu “ölüm konseri”! Şimdi ister istemez merakım arttı. Ben o binada 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 9 Eylül ve 29 Ekim için bir “etkinlik duyurusu” görmedim. Ama Ebedi Şef’in “ölüm günü” etkinliğini gördüm. Çok garipsedim. Sizce de garip değil mi bu?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.