Kent, bu niteliğiyle yeni gelen kır yoksuluna beklediklerini veremez, ama ona göre bu durum geçicidir ve kente göçmüş olmanın gelecekte de ona hiçbir şey kazandırmayacağı anlamına gelmez. Bu nedenle kır yoksulu geri dönmez, kentten beklediklerini almayı zamana bırakarak orada tutunmaya çalışır. Kent yoksulluğunu kır yoksulluğuna tercih eden insan için artık bir tek hedef vardır, kente tutunabilmek; onun sunmadıklarını, hangi yolla olursa olsun ondan alabilmek. Büyük çoğunluğu bu durumdaki insanlardan oluşan toplumlarda günü kurtarma anlayışı, toplumdaki egemen kültürü belirleyen en baskın özellik olarak ortaya çıkar.
Kır yoksulu için kent, hemen bütünüyle kendisi dışında bir gerçekliktir. Orada kalıp yerleşmek kararıyla geldiğine göre, bu gerçekliği “özümsemek” ve kendisini buna “uyarlamak” zorundadır. İsviçreli psikolog Jean Piaget’nin belirttiği gibi, birey, önceki deneyimlerine dayalı olarak oluşturduğu içsel bir model çerçevesinde gerçekliği ?konumuz özelinde, yeni geldiği kentteki yaşamı- gözler, yorumlar ve özümser; bu gerçekliğe uyum göstermek için önceki içsel modelinde değişiklik yaparak kendisini, kendi dışındaki bu dünyaya uyarlamaya çalışır . Bunu başaramayan insan ise, doğal olarak çevresini kendisine uydurmaya çalışır. Kente yeni göçmüş kır yoksulunun o güne değin oluşturduğu içsel model kırdaki yalın yaşam içinde kazandığı deneyimlerine dayalıdır. Bu konumdaki bireyin durumu, her yeni “şey” karşısında şaşıran, soran, araştıran bir çocuğunki kadar zordur.
Köydeki dayanışmacı yaşam biçimi kentte yoktur. Kırdan kente gelen insanın, köydeki tek boyutlu üretim süreci içinde kazandığı deneyimle kentteki karmaşık üretim sürecini algılaması ve çözümlemesi mümkün değildir. Kente yeni göçen insan, ilk geldiği günlerde yanına sığındığı hemşerileriyle birlikte yapıverdiği gecekondusuyla barınma sorununu çözmüştür ama yaşamını sürdürmek için çok daha başka gereksinimleri vardır. Oysa kent, ona bu gereksinimlerini karşılaması, gelecek kaygısından uzak yaşayabilmesi için düzenli gelir elde edeceği bir iş olanağı sunmamaktadır. O, günlük geçimini sağlamak için sürekliliği ve güvencesi olmayan, günübirlik işlerle, gereksinimlerini en alt düzeyde karşılayarak yaşamını sürdürmeye çalışır. Üstelik kentliler onu kente gelmiş bir yabancı; kentin ve kent yaşamındaki yozlaşmanın sorumlularından birisi olarak görmektedirler.
Onlarla bir arada yaşamaktan hiç de mutlu olmayan eski kentliler, kentlerinin artık yalnızca kendileri gibi olanlara ait olmadığını görmeye başladıklarında, sorun diye niteledikleri bu durumun giderilmesi için merkezi ve yerel yönetimden çözüm beklerler. Çünkü artık kentleri de eski kent olmaktan çıkmıştır ve her geçen gün daha da bozulmaktadır.
1950?li yılların başında başlayan bu süreç son 50 yıldır kesintisiz biçimde sürmüş; ne köylü kalan ne de kentli olabilen bu toplum kesimleri, günümüzde büyük kentlerdeki nüfusun önemli bir bölümüne erişmişlerdir.
Türkiye?nin son 50 yıllık toplumsal gelişim ve kentleşme süreci incelendiğinde, büyük kentlerimizin hemen hepsinde, ne kente ne köye yaraşan melez bir kültür oluştuğu ve bu kültürün kentlere damgasını vurduğu söylenebilir. Günümüzde, bu gelişmenin ulaştığı düzey siyasal gelişmelerde de kendisini göstermekte; gerek merkezi, gerekse pek çok kentimizdeki yerel yönetimlerin kente yönelik karar verme süreçlerinde söz konusu melez kültürün derin etkileri olduğu gözlenmektedir. Çünkü “nicel birikimin nitel sıçraması” biçiminde ifade edilen diyalektik gelişmenin kurallarından birisi burada da işlemiş ve dünün kent nüfusu içindeki kentlileşmemiş azınlık bugünün kentinde çoğunluk durumuna gelmiştir. Yerel ya da merkezi yönetimlerde iktidar olmak isteyenler artık onların tercihlerini, beklentilerini ve değer yargılarını daha çok hesaba katmaktadırlar. Yalnızca “iktidar olmak” için siyaset yapmanın en kolay yollarından birisi olan “popülizmin” gereği de zaten budur.
1950’li yılların başında kente göçenin kendisini kent yaşamına uyarlamak için geçirdiği süreç çok uzun ve sıkıntılıyken 80?li yılların başından beri yaşanan ikinci büyük göç dalgasıyla kente gelenlerin yaşadığı süreç, göreceli olarak daha kısa ve daha az sıkıntılıdır. Çünkü Türkiye kentleri, 1950’lerden beri yaşadıkları dönüşümle kente göçenlere çok da yabancı olmayan özellikleri yapısına katarak içselleştirmiştir.
Bugün birçok kentimizin kapladığı alanların ve nüfuslarının yarısından fazlasını oluşturan gecekondu bölgeleri Türkiye kentlerinin temel özellikleri arasındadır. Bu bölgeler, kimilerinin dediği gibi “kent varoşları değil, Türkiye kentinin ana öğelerindendir. Bu anlamda, günümüzün Türkiye kenti 50’li yılların kentinden çok farklıdır. Dönüşerek kentlileşemeyenler, kenti kendilerine göre değiştirmişlerdir.
Bugünün Türkiye kentlerinde kırsal kökenli bir insanın kentlileşmesi bir yana, “doğma büyüme kentli” olanların bile mutsuz olmayı göze almadan, bu niteliklerini korumaları ve çocuklarını birer kentli olarak yetiştirmeleri çok zor görünüyor.
Varoş, Macarca, sur dışında kalan küçük mahalleyi adlandırmak için kullanılan bir sözcüktür. Yani varoş, kentin ana öğesi değil, ayrıksı bir durum ve özelliktir. Öyleyse, kentlerimizin nicel büyüklüğü içinde ayrıksı bir durum olmayan, tersine gerek mekan gerekse nüfus olarak, kent bütününün büyük bölümünü oluşturan gecekondu alanlarını varoş olarak nitelemek doğru değildir. Bu yaklaşım yalnızca bir yanlış adlandırmaya yol açmamakta, kentin yarım algılanmasına da neden olmaktadır. Kente imarlı alandan bakışın ve onu yalnızca imarlı alanlar olarak algılamanın ürünü olan bu yaklaşım, gecekondularda yaşayan insanların sorunlarının çözümüne yönelik çalışmaları olumsuz biçimde etkilemektedir. Unutulmamalıdır ki, bugünün Türkiye kentleri gecekondularıyla, imarlı bölgeleriyle, toplu konut alanlarıyla, kendine özgü sorunlarıyla bir bütündür.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.