Gücü yerinde kullanmak…

Çocukluğum anneannemin göç öykülerini dinleyerek geçti. Balkan Savaşları başladığında babası, annesi ve yedi dayısı ile birlikte İştip?ten yola çıkan anneannem henüz yedi-sekiz yaşında bir ilkokul öğrencisi. Osmanlı yenilmiş, ordular dağılmış, yönetim yok, yöneticiler kaçmış.
Gelecek belirsiz. Anneannem bunları bir ses perdesini aralayarak anlatırdı. Göç, küçücük beynine öylesine yerleşmiş ki, durup durup anlatırdı. Defalarca dinledim ben de bıkmadan ve usanmadan. O zamanlar hoşuma gidiyordu.
İçten içe de Bulgarlara karşı bileniyordum. Kin besliyordum. Anlatacağım hikayeyi duyduktan sonra siz de belki kinleneceksiniz veya duygulanıp üzüleceksiniz.
Kinlenmenin bir anlamı yok tabii şimdilerde. Bulgarlara neden kızalım ki, adamlar özgürlük mücadelesi veriyorlar, benim ninemi, dedemi düşünecek değiller ya!
Bu yazıyı kaleme almak nereden aklıma geldi. Güç olmaktan, gücü yerinde kullanmaktan, gücün bugün getirdiklerini yarın doğru olarak kullanıp kullanmamaktan.
Annemin dayıları, İştip?in Osmanlı topraklarına dahil olduğu dönemlerde, öylesine bir güçmüş ki, büyük dayılar, gerçekten “dayı” gibiymişler. Ciddi anlamda terör estirirlermiş. Bir de yedi kardeş olunca…
Bulgar gençlerine yapmadıkları zulüm kalmazmış. Anneannemin annesi Nazlı Ninem, çocuklarına yalvar yakar olurmuş. Ağlarmış, “onlar da ana baba kuzusu, kıymayın yapmayın!” dermiş…
Dinleyen kim?
Kendilerince “şaka” diye nitelendirdikleri kabaca eşek şakaları yaparlarmış. Gülüp, eğlenip keyiflenirlermiş.
Büyük Dede Elmas Aga İştip?in ileri gelenlerinden, zengin toprak ağası, O?nun büyük büyük dedeleri Anadolu?dan gönderilmiş işgalden sonra, gidip toprak alsın, yerleşsin üresinler diye
Elmas Aga?da iyi üremiş yedi erkek, bir kız çocuğu…
Çocuklar büyüdükçe gücüne güç katmış Büyük Dede, gidip görmedim ama İştip Belediyesi?nin hizmet binasının bulunduğu alanda şimdiki anlamda otelcilik hizmeti veren bir han da işletiyormuş Elmas Aga?mız.
Kazandıklarıyla sürekli toprak ve mülk alıyormuş Elmas Aga.
Gücüne güç katarken, kulağına gelen söylentilerden de rahatsız oluyormuş ama ciddiye de almıyormuş.
Osmanlının zayıfladığı, yüzyıllar boyu yönettiği ülkelerin bir bir elden gittiği haberleri sıklaşınca bir panik başlamış.
Ve beklenen son gelmiş. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı?ndan yenik çıkmış. Ülke paylaşılmış ve asıl ters zulüm başlamış. Sen misin Bulgar gençlerine eziyet eden!
Eziyet bu kez bizim büyük dayıların üzerinde oynanmaya başlamış.
Öyle bir eziyet ki, benim diyen işkencecilerin yapamayacağı boyutlarda.
Anlatayım:
Şimdi adını anımsamakta zorlandığım büyük dayılarımdan birisi,Bulgarların en büyük can düşmanıymış.
Çok büyük eziyetler yapması nedeniyle intikam okları da O?nun üzerine olmuş.
Anneannem anlatırken, gözyaşlarına boğuluyordu. Hem de küçük yaşına karşın çok iyi anımsıyordu.
Anımsanmayacak gibi değil.
Büyük dayı kargaşa ortamında kayboluyor. Tam da göç hazırlığı yapılıyor. Çünkü; kötü haberler geliyor, Türklere kıyım yapılacağı kulaktan kulağa yayılıyor.
Büyük dede ve diğer kardeşler dayıyı aramaya başlıyorlar. Aramadık yer bırakmıyorlar.
Aradan yarım gün kadar bir zaman geçiyor ki, iyi günlerde, hoş sohbet oldukları Bulgar komşularından biri kulaklarına fısıldıyor dayının yerini.
Ellerinle koymuş gibi buluyorlar bizim büyük dayıyı.
Ama dayımız dayılıktan çıkmış, kasabın yeni sıyırıp vitrine astığı kırmızı et parçasına dönmüş.
Bulgar gençleri zalimliği ile ünlü bizim büyük dayıyı kaçırmış, her birinin ellerinde keskin bıçaklar, derisini kafasına kadar usta bir kasap inceliği ile soymuşlar.
Vücudunda hiç deri bırakmamışlar. Sadece kafasında saçlar ve yüzündeki deriler kalmış ve parıldayan bir çift göz.
Bu öykü kulaktan kulağa yayılan bir efsane değil; gerçek bir öyküdür, yaşanmış bir öyküdür.
İlk ağızdan dinlenen bir öykü, dinlerken ve şimdi yazarken tüylerim diken diken oluyor.
Korkunç bir acı olmalı. Dayanılması güç bir işkence olmalı. Ve ilginç olan büyük dayının bu işkenceye karşın yaşıyor olması.
Büyük dayıyı hemen eve taşıyorlar, çaresiz ne yapacaklarını düşünürlerken, Elmas Nine?nin aklına bir çözüm şekli geliyor.
Ahırda bulunan üç beş kuzuyu hemen oracıkta kesiyorlar ve derisini yüzüyorlar, dayıyı taze ve sıcak kanlarıyla deriye sarıp sarmalıyorlar. Sıcak deri ile birlikte dayı kendine geliyor ve yapılanları anlatıyor. Geçmişte kendi yaptığı eziyetlerin ve kötülüklerin karşılığı olarak bunların yapıldığından söz ediyor.
Büyük dayı gücünü yanlış kullandığını kabul ediyor sanırım. Birkaç gün derilerin içinde yaşam savaşı verdikten sonra veda ediyor.
Minik bir cenaze işleminin ardından ev halkı ivedilikle göç hazırlıklarına başlıyor.
Geride bırakacakları hiçbir şeyi düşünmeden yanlarına alabilecekleri birkaç parça eşya ve yiyecekler ile birlikte katırların sırtında yoluculuk başlıyor.
Osmanlı tamamen çekilmiş. Bölgede yaşayanlar Anadolu?ya göç etmek için yollara dökülmüş. Kimse kimseye yardım elini uzatmıyor. Tam bir kaos.
Ülkeden çıkış yapamıyorlar. Bulgar askerleri yakaladığı Türk vatandaşları acımasızca katlediyor.
Af yok! 400-500 yıllık öfke, kin birikmiş;dededen toruna, babadan oğula geçmiş bu öfke ve kin.
Bir dost Bulgar vatandaşının uyarısı üzerine katırları ile birlikte kendilerini dağ yollarına vuruyorlar. Gece ilerleyip, gündüz saklanıyorlar. Gece-gündüz arasındaki sıcaklık farkı hepsini perişan ediyor. Yardım eli uzatacak kimse yok.
Herkes kendisiyle baş başa.
Bulgar askerleri para alıp geçmelerine izin verdiği Türkleri ardından boğup öldürüyor. Hem canlarından hem de paralarından oluyorlar.
Büyük Dede zengin para var ama bunları duydukça göze alamıyor. Bir türlü çıkış yapamıyorlar. Dağın eteklerinde sıkışıp kalıyorlar.
Elmas Dede saçlarını dökmüş. Kafası pırıl pırıl parlıyor. Başında kasketini eksik etmiyor, ay ışığında yeri belli olmasın diye çok dikkatli.
İştip?ten birkaç kilometre uzakta dağın eteklerinde bulabildikleri bir kuytu köşede bez parçalarından bir çadır kuruyorlar.
Gece yarısı Dolunay iyice yükseliyor ve ışıklar saçıyor. Elmas Aga, çadırın perdesini aralıyor, bakınıyor, sessizlik hakim, uygun bir durum olup olmadığını kontrol ediyor. Başından hiç çıkarmadığı şapkası yok. Dolunay parlıyor, saçsız başı parlıyor.
Gecenin sessizliğini bir kurşun sesi bozuyor.
Büyük dedem hemen oracığa yığılıveriyor; başı kanlar içinde, ne olduğunu anlamadan, nereden geldiğini bilmeden göçüp gidiyor.
Ayışığında parlayan başının gecenin bir vaktinde Bulgar askerinin hedef tahtası olacağını nereden bilsin ki Elmas Aga…
Aile başsız kalıyor. Sabahı bekliyorlar. Büyük dedeyi hemen çadırın yanında kazdıkları mezara gömüyorlar.
Sabahın erken saatlerinde büyük dayılar önde aile arkada günlerce yürüyorlar ve Anadolu?ya ulaşıyorlar.
Bu yürüyüş sırasında o kadar çok detaylar var ki yazmaya kalksam roman olur ve buradan okunmaz.
Ben bu öyküyü neden yazdım?
Gücün yerinde kullanılmasını anlatmak istedim.
Bu hükümetler olabilir, yöneticiler olabilir, seçilmişler olabilir veya kişiler de olabilir…
Benim büyük dayılarım, güç oldukları dönemde saygın birer kişiliğe sahip olsalardı, en azından insani ilişkilerini sağlıklı tutsalardı,belki de komşuları onlara kol kanat gererdi. Sahip çıkardı. Bir insanın derisini soymaya kadar götürecek kin ne olmalı ki acaba?
Bu çok acı bir olay ve kötü bir örnekleme oldu sanırım ama yazdım…
Çevremizde, ulaştıkları gücü kendi olanakları doğrultusunda kullanan, çevresine ve kendisine çıkar sağlamaktan başka bir girişimde bulunmayan odaklar, bu güçlerini kaybettikleri zaman bu kadar korkunç bir son yaşamıyorlar.
Ama maddi olduğu kadar bence daha çok manevi bir çöküntü içinde geçiriyorlar yaşamlarını.
O gücü ellerinden kaçırdıklarına mı,yoksa güç ellerindeyken kullanım yanlışlığına mı yanıyorlar?
Bilemiyorum?
Bu öykü nereden aklıma geldi onu da bilemiyorum?
Belki de güçlü-güçsüz, gücün yerinde kullanımı veya yanlış kullanımı gibi bir konudan yola çıkmış olabilirim…
Çevremde gücün kullanımıyla ilgili yaşanan olumsuzluklardan yola çıkmış olabilirim…
Sonuç olarak büyük dedemi, ninemi, büyük dayılarımı anmış oldum.
Belki bu yazıyı okuyup “Ben” diyenler olabilir.
Belki “Yok yahu! Ben böyle değilim…” diyenler çıkabilir.
Belki de gücünü kötü kullanan veya çıkarları için kullanmak isteyenleri bu yazı birazcık da olsa dürtebilir:”ben ne yapıyorum” diye
Ne bileyim, belki de öylesine bir yazı olarak kentyaşam sayfalarında kalabilir.
Ama en küçük bir olasılıkla bile olsa mutlaka birilerine faydası dokunabilir…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın