Kendimize güvenimiz yok ve ikide bir “biz adam olmayız” diyoruz. Yaşadığımız her olayı, bir dakika sonra unutmak gibi bir gaflet yaşıyoruz. Tarihi bilmediğimiz için, “her geleni” ne yazık ki “ilk” ve “efsane” sanıyoruz.
Aslında “adam gibi adam milletiz”. Sadece beynimize inen “emperyalist” darbenin etkisiyle hafızamızı yitirdik. ABD ve AB endeksli, sözde çağdaş politikalarla, aslında “ilkel toplum” kaygıları yaşıyoruz ama bir türlü farkına varamıyoruz.
Lozan Anlaşması imza sürecinde İngiliz Başbakanı’nın, İsmet Paşa’ya hitaben ettiği “tehditleri”, 10 Kasım 1938 Saat 09.06’dan itibaren yaşıyoruz ama bir türlü gerçeklerle yüzleşme cesaretinden yoksunuz. Kendi beyinlerimize değil, Avrupa ve Amerika’nın o samimiyetsiz beyinlerine güveniyoruz.
Oysa bir öğrenebilsek. Bir öğrenebilsek neden uzaya çıkamadık, neden kendi uçağımızı, otomobilimizi yapamadık, neden ulusal sanayi oluşturamadık, neden iş dünyamız hep bir yerinden “dışa” bağımlı, neden “ecnebi sermaye” şakşakçılığı yapıyoruz, neden madenlerimizi kendimiz değerlendiremiyoruz, neden dilimize ve inançlarımıza sahip çıkamıyoruz?
Aslında her türlü bilgiye ulaşabilecek olanaklarımız var, yollarımız açık!
Şakir Zümre adını duydunuz mu?
Yoksa “Şakir Zümre” sizin için sadece bir “soba” markası mı?
Öyle değil mi? Sadece bir ısınma aracı markası. Oysa Şakir Zümre’nin Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı, yurtsever bir işadamı olduğunu; Fevzi Çakmak’ın da akrabası olduğunu, 1925’de kurduğu Savunma Sanayi fabrikasıyla, mesela yerli uçak bombaları yaptığını, yapmakla kalmayıp dünyaya ihraç ettiğini biliyor muyuz?
Atatürk zamanında uçak bile yaptık hatta yabancı ülkelere bile sattık da, masal gibi geliyor değil mi?
Başkent Üniversitesi’nin eşsiz bir kültür yayını “Bütün Dünya” dergisinin Eylül sayısını alın ve okuyun. Okuyun da, neler yaptığımızı öğrenin Allahaşkına.
Şakir Zümre gibi bir işadamı var bugün? Yok, ne yazık ki. Neredeyse hepsi AB yanlısı. Elalemin kanlı çıkarları için Mehmetçiğin kanıyla pazarlık yapacak kadar “başka” çoğu. Ama Şakir Zümre, kurduğu fabrikanın ürünlerini “dünya çapında” yapmış. Hatta 1937 yılında tam bir buçuk milyon liralık bomba satmış. Hem de Yunanistan’a. O zamanın Yunan Başbakanı Metaksas basına bakın ne demiş: “Bombaların iyiliğine olduğu kadar, ne bizim tarafımızdan Türkiye’ye, ne de Türkiye tarafından bize karşı kullanılmayacağına da itimadımız vardır.”
Nereden nereye değil mi? Fakat bu savunma fabrikasının “kapanması” da trajedi. Amerika’nın o sözde yardımı başladığında, fabrika da geri saymaya başlamış. Kapanması bile ayrı bir araştırma konusu aslında.
Nasıl özlemem Atatürk’ü? Atatürk “kişilikti”. Şimdi ise “kişilik” ve “gurur” ancak Pazar tezgâhındaki ucuz Çin ürünü gibi.
Başkent Üniversitesi’nin Bütün Dünya Dergisi’ni alın ve okuyun. Akşam, kapatın televizyonu, çoluk çocuk “Şakir Zümre’yi” öğrenin ve bir başlangıç yapın! Başken Üniversitesi hafızamızı yeniden bulmamız için ne güzel bir iş yapıyor.
Tüm değerler “Bizans Pazarı’nda”
Bir süre önce “Formula” adı altında yapılan otomobil yarışlarında, neden gereksinim duyulduğu belli olmadan Işın Karaca isimli bir şarkıcıya, adeta Amerikan caz formatında İstiklal Marşı okutuldu. Aynı şarkıcıya yine aynı formatta İzmir Fuarı açılışında da İstiklal Marşı okutuldu. Kimseden “beğendim” lafını duymadım “malum TV kanalı” dışında!
Aynı oto yarışları için destekleyici bir şirket, sadece “daha çok benzin SATMAK için” tutup, canım İstiklal Marşı’nı “reklâm müziği” haline getirdi, yine kimseden “tık” yok.
Arkasından bir Amerikan meşrubatı, tarihin en özgün askeri bandosu MEHTER’İ reklâm figüranı yaptı. Bakalım “dikkat” çekecek mi?
Daha önce de bir İstanbul gazetesi, biricik ve ebedi liderimizi reklâm aktörü yapmıştı. Var mı hatırlayanınız? Hani o “ibişler meclisi” Avrupa Parlamentosu’nun kürsüsünde göstermişti?
RTÜK’e bir soru yolladım. Yasak yurttaşlık hakkımı kullandım yani. Milli Marşımızın, bir şirketin reklâmında “fon müziği” olmasına tepki gösterip, RTÜK’ün “ne yaptığını” sormuştum. Bakın Allahaşkına ne yanıt geldi. “Üst Kurulumuz bir sansür kurulu olmayıp, yayın kuruluşlarının yayınlarına müdahale yetkisi bulunmamaktadır. Yayınlar, yayınlandıktan sonra ilgili yasa hükümlerine uygunluğu açısından denetlenmektedir. Başvurunuzda sözü edilen reklâm, tüm programların yayınlanmasında olduğu gibi Üst Kuruldan önceden izin alınmasına gerek olmadan yayınlanmıştır. Ayrıca, aynı konuda daha önce yapılan bir başvuru üzerine, Üst Kurul fon müziğinde İstiklal Marşı’nın kullanmasının yasalara aykırı olmadığı yönünde karar almıştır.”
İşte vaziyet bu. Ulusal ve inanç değerlerinin “resmen” Pazar tezgâhına çıkarıldığının “resmi” kanıtıdır bu satırlar. Ben de RTÜK çalışmalarını “yararlı” bulmuştum. Yazık ki, yakında Fatih’i kâğıt mendil, Atatürk’ü diş macunu, bayrağımızı çarşaf, İnönü’yü bisküvi reklâmında da göreceğiz galiba. Sahi, bir de Gaziler Günü kutladık değil mi? Ne dersiniz, gazilerimizi hangi reklâmda oynatır acaba “vahşi ve vicdansız” kapitalizm?
Okullar açıldı, dersanelere “bakan” yok.
Sanki şaka yapıyoruz ya da “başka dilde” yazıyoruz!
Sanki “o beylerin” çoluk, çocukları yok!
Sanki bu “dert” sadece “bana” ait de, onlar uzayda yaşıyor.
Dersaneleri diyorum. Amacı sadece “test tekniği” vermek olan bu kuruluşların bazıları, şimdi neredeyse kendilerini “okul” yerine koymaya başladı. Ancak ne denetim var ne de “bu dersaneler nasıl yerlerdir” diye merak eden bir “yetkili”. Okullara bile bir şikayette “müfettiş” gönderilirken, nasıl oluyor da ihbarlara rağmen dersaneler dikkat çekmiyor, inanılır gibi değil.
“Meyhane üstü dersane olur mu?” diye sorduk, “Çankaya’da örnekleri var, görmüyor musunuz?” dedik. Lakin ne gariptir ki “bakan kör” sayımız umduğumuzdan fazla. Hani aklıma “başka” şeyler de gelmiyor değil. Ama bunu yazmaya, önce terbiyem izin vermiyor. Valiliğin, belediyelerin bile dikkatini çekmiyor. Sanırım “meyhane üstü dersane” tarzı Vali Beyin veya Başkan beylerin “sorumluluğuna” girmiyor. Peki, bu dersaneleri kim denetliyor? Bilen var mı?
Dün Fatih Koleji’nin yeni eğitim dönemi açılış törenine katıldım. Her zaman saygıyla andığım sevgili Necdet Doğanata konuşurken dikkatimi çekti. Hani ÖSS birincisi bir genç vardı İzmir’den? Fatih Fen Lisesi’nden mezundu. ÖSS’de birinci olunca, en az dört dersane “biz kazandırdık” diye tantana yaptı. Resimler, posterler, ilanlar. O reklâmlara kaç para harcandı bilmiyorum. Ama ne yazık ki o reklâmlardan “etkilenen”, başarıyı sadece “dersaneden” zanneden zavallı anne ve babalarla, çocuklar olduğuna şahidim. Fatih Dersanesi Genel Müdürü Metin Biniş’e sordum da “dersane ancak sağlam temel üzerine çıkılırsa sağlam bina olur. Okul esastır, bizlerin amacı OKS ve ÖSS sisteminde test tekniği vermek. Kimse dersaneleri okul yerine koymasın” dedi. Yanlış değil ama, Milli Eğitim’in de bunu vurgulaması gerekir bence.
İlköğretim birinci sınıftan itibaren, orta ve lise öğretiminde de sağlam bir eğitim almayan öğrencinin, o “cafcaflı” dersanelere gitse bile başarılı olamayacağını neden haykırmaz Milli Eğitim Bakanı? Ne varsa okullarımızda var aslında. Benim cefakâr, fedakâr öğretmenlerim “abeceyi” sağlam öğretmese, “test tekniği” ne eder ki öğrenciye?
Necdet Doğanata, reklâm sevmeyen bir “özel okulcu”. Reklâm sevseydi o çocuğun başarısının altında kendi okulunun, Fatih Fen Lisesi öğretmenlerinin yaptığını anlatmaza mıydı? Dün buna değindi biraz ama “atı alan da Üsküdar’ı geçti”!
Dersanelerin bir an önce “masaya yatırılması” zorunluluktur aslında. Pazartesi günlü YENİGÜN’deki “sinir bozucu” haberi gördünüz mü? Dersanenin biri, başarılı oldu diye küçücük çocuğa, ehliye almasına 4 sene olan bir çocuğa OKS’de başarılı oldu diye otomobil hediye etmiş.
Allahım sen aklıma mukayyet ol! Daha öğrenciliğin, öğrenmen başında bir çocuğa böyle hediye olur mu? Ne ilgisi var “eğitim ve öğretim” kavramları ile bu hediyenin? Yozlaştırmanın hangi düzeyini yaşayacağız yakında acaba?
Dersaneleri mutlaka büyüteç altına almamız gerekir. Üç kuruşluk rantlar uğruna Türkiye’nin geleceğini kimsenin ipotek altına alma hakkı yoktur. Tabii bu yazıda bazı “başka” tersliklere girmedim. Bir de onları duysanız?
Hekimler, hemşireler “hamal” değildir beyler
Merak ediyorum şu “Aile hekimliği” konusunda hangi yurttaş, hangi hekim ve hangi sağlık çalışanı bilgilendi? İzmir’deki sağlık kurum ve çalışanlarıyla İzmirlilerin “tamam öğrendik” dediğini duymadım. İktidara “yakınlık” duyanların sanal bilgilerine de sadece tebessüm ediyorum.
Aile hekimliği bir yana, şimdi de mahalle aralarında “bürokratik acayiplikler” yaşanıyor.
Şimdi sormak lazım, sağlık çalışanlarına hangi zihniyet “angarya” yüklüyor. Yani kapı kapı dolaşacaksın, milletten “kimlik numarası” toplayacaksın.
Hekimlerin, ebelerin, hemşirelerin görevi sadece “sağlık hizmetidir”! Kimlik numarası toplama görevini, çok meraklıysa Sağlık Bakanlığı’nın ve Sağlık Müdürlüğü’nün “sağlıkçı” olmayan veya “sağlıkla ilgili” olmayan personeli bulsun! Kaldı ki, kimlik numaralarını, nüfus müdürlüklerinden, muhtarlıklardan alamaz mı koskoca Sağlık Müdürlüğü?
Üstelik bir de örtülü tehdit: “Kimlik numarasını getirmezsen sağlık hizmeti yok!”
Ben vermiyorum! Eşimin, çocuğumun numarasını da vermiyorum!
Yıllarca SSK pirimi ödeyeceğim, kaydım ortalarda olacak ama beylerin ayaklarına numara götürmediğim için sağlık hizmeti alamayacağım. Ne ülke ama?
Ben numara götürmeyeceğim gibi hekimlerimizin, ebelerimizin, hemşirelerimizin de kapıma gelmelerini istemiyorum!
Tabip Odası’nın 14 Eylül tarihi açıklamasının altına da imzamı atıyorum! Sayın Sağlık Müdürü okumadıysa, okusun lütfen!
Bilgilenmek zorunluluktur, ama…
Balık çiftlikleri ile ilgili “yanıt” beklediğim sorular hala boşlukta sallanırken, konunun doğrudan muhatabı olmamasına rağmen, Yaşar Holding Basın Sorumlusu sevgili dostum Hakan Atis arayınca, uzun bir telefon görüşmesi yaptım. Balık çiftlikleriyle ilgili tartışmaya Selçuk Yaşar’ın karışması, bir yerel gazete haberine dayanıyor aslında. O haberde tarım bakanı Eker’in Selçuk Yaşar ile birlikte yaptığı açıklama vardı. Ve haberin yansıma biçimi tüm balık çiftliklerini “aklamaya” yönelikti. Ben de buna karşı çıktım, çıkıyorum. Zira Selçuk Bey’in yasalara uymadığına ilişkin bir düşünce sahibi değilim. Sevgili Hakan Atis, bana geçen günlerde basına yönelik bir bilgilendirme toplantısı yaptıklarını, toplantıda Selçuk Yaşar’ın da “Pınar Balık” adına değil, kurucusu olduğu Aqua Kültür Derneği adına konuştuğunu söyledi. Keşke ben de orada olsaydım. Çünkü İzmir ve çevresinde, kalitesiz suni yem de kullanarak, kurallara uymadan ve kirletici şekilde çalışan balık çiftlikleri olduğunu sanırım Selçuk Bey de biliyordur. Selçuk Yaşar o toplantıda bakın neler demiş:
“Biz grup olarak bu işi yasalara uygun, çevreye duyarlı, çağdaş normlarda icra edilmesi konusunda son derece hassasız. Bu konuda ilgili tüm tarafların da aynı duyarlılıkta hareket etmesini bekliyoruz.”
Tamam, Selçuk Yaşar’dan da böyle konuşması beklenir zaten. Ancak, dün de yazdığım gibi örneğin Mordoğan ve çevresi bazı balık çiftliklerinden ve av tüfekli adamlarından yaka silker hale gelmiş. Tarım Müdürlüğü sustukça, Bakan Bey, konuya hep “işadamları” ve ekonomi gözlüğüyle baktıkça, CHP’li milletvekili Ahmet Ersin “daha net” konuşmadıkça biz daha çok yazarız. Çevreyi kirletenlere, ne gerekçeyle olursa olsun sessiz kalmak, en azından gelecek kuşaklara ihanettir. Gelecek kuşaklar da her halde uzaylılar değil, öz be öz bizim evlatlarımızdır!
Çabuk ödeyin, yoksa söylerim
Daha önce de yazmıştım. İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü çok güzel bir kampanya başlattı. Günlerce Hamdi Türkmen başta olmak üzere yazdık söyledik, destek olmaya çalıştık. 28 Temmuz’da da TRT birinci kanalında Zahide Yetiş’in sunumuyla muhteşem bir program yapıldı. Önce Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan’ı kutlama gerekir. Kamil bey ve arkadaşları üzerilerine düşeni yaptılar çünkü. “1000 veli 1000 öğrenci” kampanyasından bahsediyorum. Ama özellikle TRT’de “söz verenlerin”, sözlerini yerine getirmediğini daha önce yine bu köşede yazmıştım. Dün gazeteme de yansıdı haber olarak bu konu. Ama “başaramayan” kimler bilmemiz gerekmez mi? Sayının binlerden 3.500’e çıkmasına vesile olan TRT’nin de devreye girip bir şekilde “unutanlara” hatırlatması gerekmez mi? Milli Eğitim yetkilileri kapı kapı dolaşıp “450 YTL” tahsil etmeleri şık değil ki!
Ben kafama koydum. Aslında “kimler” ekran karşısında söz verip tutmadığını, kimlerin ekranda söylediği sayının “altına” indiğini ben biliyorum.
İsterseniz söyleyim.
Söyleyim mi ha, söyleyim mi?
Ödeyin bakayım çabuk! Vallahi söylerim tek tek!
Sabah Resimleri unutulmamış
Allah her meslektaşıma bana nasip olan ilgiyi yaşatsın. Neredeyse bir hafta oldu TV programım biteli. Ama öyle güzel mesajlar aldım ki. Ama ne yazık ki bazı “Abi” dediğim meslektaşlarımın, insanların aynaya bakmadan sağda solda yaptıkları konuşmalar da geldi kulağıma. Pazartesi hem “teşekkür” hem de “teessüf” yazacağım son kez. Sanırım “İzmir” ile ilgili en “doğru” değerlendirmeyi Gönül Soyoğul yazmış, sağ olsun.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.