Sonra, gazeteleri birilerinin öldürmesine ne gerek var?
Onlar kendi kendilerine harakiri yapmıyorlar mı?
Bütün gazetelere şöyle bir baksak, “eli ayağı düzgün” kaç haber gibi haber bulabiliriz?
Akıllı okur, artık gazetedeki haberin tersine bakarak “neyin ne olduğunu” bulmaya çalışır oldu.
Köşeler “mastürbasyon” alanına dönüşmedi mi?
“Yav bu konuyu bu yönden düşünmemiştim” dedirtecek kaç yazar var?
Dünyanın hangi ülkesinde, üstelik her gün siyaset, ekonomi, toplumbilim, magazin, spor konularının tümünde ahkam kesen ve el üstünde tutulan yazara yer vardır?
İnternet olsa olsa artık dibe vuran şu medyaya “adam gibi” olması için bir katkı sunabilir. Kötü örnekleri sürekli öne çıkararak, hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir çıkar gözetmeden yalnızca paylaşma isteğiyle internet arenasında çırpınıp duran “güzel insanlar”ı üzmek, yaralamak bazılarının nedense hoşuna gidiyor. Sürekli aynı kulplarla saldırıyorlar: Ya medyada arzu ettiğimiz yere gelememiş olacağız, ya işsiz güçsüz olacağız, ya da adımızı gündemde tutmak için ortalarda gezineceğiz?
Yani, “bir tür araf”mış?
Hepsi bu mu?
Kahretsin, şu medyada arzu ettiğimiz yere-o yer neresiyse- bir türlü gelemedik. “Doğru söyleyenlerin dokuz köyden kovulduğu” arenada kendimize bir yer bulamadık. Eh, gazetelerde de her gün bir ahkâmımız çıkmıyorsa işsiz güçsüz sayılıyoruz. Geriye “isimlerimizi unutturmamak, imzamızı soğutmamak” kalıyor.
Ne zaman yukarıdan bakan, insanı ezen, kıran ve sonuçta hiçbir olumlu yanı bulunmayan yazılar okusam Necdet Şen?e sığınırım. “Dünyayı ben yarattım” sanan zavallılara kızgınlıklarımın önüne geçer, beni kendime getirir, sakinleştirir. O da “işsiz güçsüzlerden”. O da katlanamayıp çekip gidenlerden. O çok sevdiğim yazılarından bir bölümünü sizinle -kim bilir kaçıncı kez- yine paylaşmak istedim:
“…Dostum: hayatında hiç ‘Bu koşuşturma, bu hırs ne için, ben kimim ve nereye gidiyorum’ sorusuna hazırlıksız yakalandığın anlar olmadı mı? Hiç her şeyi yüzüstü bırakıp, Derviş Yunus gibi ‘asıl adresini’ aramak için yollara dökülmeyi arzulamadın mı? Emin misin daha pahalı bir araba, mobilyalar ve güney kıyılarında boş duran bir yazlık villaya ‘sahip’ olmanın hakikat denen nesneden daha değerli olduğuna? Bir daha düşün istersen… Bakışlarını kendi gurbetine -bedenine- çevirmeyi, tüm elektrikli araçların kapalı olduğu boş bir odada ya da bir ağaç altında yirmi-otuz dakika kadar sessiz sedasız oturup, kendi soluğunu dinleyerek içindeki gizli bilgiyi yani ‘kapalı kapılar ardında olup biteni’ hissetmeyi göze alabilir misin? Zor değil mi? Haklısın… Sessizlik korkutucu… O halde vur patlasın, çal oynasın! Aç şu televizyonun sesini sonuna kadar! Bütün boş vakitlerini bir şeylerle doldur…ki kendindeki gerçek kendini dinlemeye vakit kalmasın.”
En iyisi Ayvalık?taki cennetime, “arafıma” sığınmak. Adımızı, sanımızı kimselerin bilmediği yerlerde dolanmak. Bir süre internete falan da bulaşmamak. Adımızı soğumaya bırakmak. Kış uykusuna yatmak. Sessizliğe sığınmak. Aklın, duyarlılığın, dürüstlüğün, içtenliğin paylaşıldığı bir ortamı hayal ederek yaşlanmak?
“İşsiz güçsüz” takımından içine daral gelenleri en azından birinden kurtarmış olmak?
Yolcu yolunda gerek.
Bir gün yine karşılaşır mıyız?
Umarım?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.