Ama dikkat edin “üç ay öncesine kadar” dedim. Bu üç ay içinde de ben zaten onu aramadım. Ancak sanırım “ciddi görüşmek” şart oldu!
İzmir TV’daki programımda iki gündür bir asfalt parçasını programın “geçici simgesi” olarak logolaştırdım. “Belediyecilerden” birinin bile aradığı olmadı ama İzmir’in her yerinden “biz de asfalt parçaları yollayalım mı Hasan Bey?” diye o kadar çok mesaj geldi ki! Yayınımı 5 yıldır “medya takip şirketlerinden” takip eden belediyenin “halkla düştüğü çelişkiyi” bir kez daha görmenin üzüntüsünü yaşadım.
Kanalet konusunu yazmayacağım. Çünkü bu konuyu “yazılması” ve “konuşulması” gereken zamanlarda çok yazdım ve konuştum. Benim şu anki kavgam, kanaletlerin hababam onarılması. Ekrandaki “asfalt parçası da” ikinci Kordon’daki bir garabetin ürünü.
İzmir’de neden sorular doğru yanıtlanmaz bilmiyorum. Ancak hayatı hep “bedel ödemeye” endekslenmiş bir İzmirli yurttaş sıfatımla “hesap” sorma hakkını kullanıyorum. Ben soracağım şimdi onlar yanıtlayacak. Yanıtlamazlarsa bir yazı daha yazıp başlığını da “sükût ikrardan gelir” koyacağım.
Konunun muhatabı kimdir bilemiyorum. İZSU mu, İZBETON mu, Fen İşleri mi? Ancak bazı çalışmalarda hep İZBETON araçlarını gördüğüm için, İzbeton Genel Müdürü’ne de cevap hakkı doğurmak gerekir.
Kanaletler öyle ya da böyle İzmir’in başına bela oldu. Oldu ama şimdilerde yaşanan “tamirat” daha büyük belaları da açtı. Olur, olmaz saatlerde, trafiği de alt üst eden, dikkat çekecek şekilde uzun süreye yayılan bu tamiratların maliyetinin peşindeyim. Tabii ki tamiratları belediye adına yapan şirketlerin de. Aslında belediyenin taşeron kullandığı şirketlerin bazılarına “takmış” durumdayım. Başka bir örneği de birazdan okuyacaksınız.
Caddeleri enine kesen “acayip şeylerin” zırt pırt kaynaklanması, üzerlerine çelik levhaların konması bir yana şimdi de o levhalar üzerine, sanki bedavaymış gibi, tutmayacağı biline biline “asfalt” dökülmesi beni zıvanadan çıkardı. Ekrandaki asfalt parçası da o işte. İkinci Kordon’da önceki sabah saat:06.50’de, caddenin ortasından, çelik levha üzerinden aldım.
Şimdi soruyorum:
Siz Allah’tan korkar mısınız? İnancının beni ilgilendirmez ama yurttaştan da utanmanız yok mu? Hiç metal üzerine asfalt dökülür mü?
Kanalet tamirlerini kaça yaptırıyorsunuz? Bu onarım ücretleri “babanızın parasından mı”?
Onarım yapacak şirketler nasıl ve hangi koşullara göre belirleniyor? Ücretleri “günlük” mü?
Onarım çalışmalarını yapacağınız saatleri hangi uzaylı belirliyor?
Örneğin Konak’taki “alçak geçit” üzerindeki kanaletler şimdiye kadar kaç kez “kaynaklandı”?
Onarımlar bittikten sonra, denetleyip onaylayan “uzaylı” kimdir? Çünkü bazı yerlerde haftada iki üç kez onarım yapılıyor. “Uzaylılar” bunu bilmiyor ama ben “kör” değilim?
Sayın efendiler, büyük değer verdiğim Aziz Kocaoğlu’na ne söylüyorsunuz bilmiyorum ama, çok zahmet olacak biliyorum ama, “gerçekleri” bekleyebilir miyim?
O çocukları konuk etsek…
İsrail’in “yaptığının” soykırım olduğuna kuşkusu olan var mı acaba? Varsa ya aklından zoru vardır, ya gördüğü manzaradan “hoşlanacak” kadar psikopattır ya “benzerleri” gibi Amerikalı gördüğünde “goygoyculuk” yapacak kadar “teslimiyetçidir” ya da “bir şekilde” Siyonist çıkarlarla işbirliği içindedir. Bu düşüncemi, İsrail’in bilerek, isteyerek gerçekleştirdiği katliama “sessiz” kalanlar içinde yineliyorum.
Oysa düşünüyorum da İsrail’li yahudilerin babalarına, dedelerine karşı yapılan Nazi soykırımını da lanetleyip duruyoruz. Çevrilen filmlerde, Nazi zulmü altında acı çeken Musevi çocuklarına da kahrolarak bakıyoruz. Ama İsrail bugün öyle görüntüleri kazıyor ki kafamıza, kendi kendimize “acaba Nazi soykırımı yalan mıydı?” diye sormaya başladık. Çünkü özellikle boynunda emziğiyle katledilen Lübnanlı bebeğin cesedi bana bu soruyu hem de yüksek sesle sordurdu.
İki kere ikinin dört ettiğine inandığım kadar inanıyorum: İsrail doğrudan bir milleti kendi topraklarından “kazıyor”. Ve özellikle de İslam Dünyası bu kanlı vebalin altında kalacak. İşin daha tatsız tarafa ABD ve İsrail’in bu soykırımı BM dâhil tüm dünyaya “demokrasi götürme ve terörle mücadele” diye yutturması işin en “trajikomik” tarafı!
Avrupa ve ABD ile ekonomik ilişkilerinin bozulmasını istemeyenlerin “tırsarak” izlediği bu soykırım “Olmert” denen adamla “Hitler” denen adamı aynı sayfada resimleyecektir mutlaka.
Ancak öyle ya da böyle, şu anda İsrail “çocuk katili devlet” sıfatını kazandı. Lübnan’da özürlü çocukların bile yaşama şansı ne yazık ki kalmadı. Kim bilir “bugün” kaç çocuğun kanına girdi İsrail.
Peki, biz yüreği kanayan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları bir şeyler yapabilir miyiz?
Bence yapabiliriz. Mesela, hayatı tehlikede olan çocukları Türkiye’ye konuk alabilir miyiz? Bir milletin devamı olan çocuklara geçici annelik, babalık, dedelik, ninelik, ağabeylik, ablalık yapabilir miyiz? Bence bu olabilir. İZMİR TV’de sabah yayınıma katılan AKP İzmir Milletvekili İsmail Katmerci, bu öneriye çok sıcak yaklaştı. Katmerci, yurttaşların da desteklediği öneriyi Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile görüşeceğini açıkladı.
Ben Lübnan’ın, Filistin’in “İsrailleşmesini” ret ediyorum. Sıradan bir yurttaş olduğumdan sadece bunu yapabilirim diye düşünüyorum. Çünkü çocukları nereli olurlarsa olsunlar çok seviyorum ve “geleceğin” onlar üzerinde yükseleceğine inanıyorum. Ne dersiniz? İnsani yardımda önemli işler yapan Türkiye, çocukları kurtarırsa evinize almaz mısınız?
Vali Bey biz “nece” konuşuyoruz?
İzmir Valisi Oğuz Kaan Köksal’ı göreve başladığı andan beri sempatiyle izliyorum. Net konuşması, düşüncelerini saklamaması, güleç yüzü halk arasında da dikkat çekiyor. Açıkçası şimdi Antalya Valisi olan Alaattin Yüksel’den beri ilk kez bir Valiye “sıcaklık” duyuyorum. Üstelik Vali Köksal, kendisini eleştirdiğimde de “kulis edebiyatı” yerine doğrudan kendisi yaklaşım gösteriyor. Bakalım şimdi yazacaklarıma nasıl “tepki” gösterecek? Sinsice bekliyorum doğrusu!
Özel İdare’ye bağlı Termal Otel’de pek güzel bir tesis var. Başında da, ne zaman görsem güleç tavırlarıyla Turabi Çelebi. Bu tesis, özellikle tatil günleri dolup taşıyor. Ekonomik gücü Çeşme’ye yetmeyen yurttaşlar, buradaki “su parkında” doyasıya ve hesaplı eğleniyor, çoluk çocuk suyun tadını çıkarıyor.
Ancak bir “ayrıntı” var ki ilk günden beri canımı sıkıyor. O da tesisin adı.
Tesis ne kadar “vazgeçilmez” olursa olsun, ne kadar güzel olursa olsun tesisi yapanlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasasında yazan “resmi dili de” Türkçe olduğuna göre tesisin adı da “aqua bilmem ne” olmamalı! Fransa’da Fransız Cumhurbaşkanının kendisine İngilizce soru soran bir Fransız genci kovaladığını düşünecek olursak, Türkiye’de şu “markalaşma” tantanası ve kültür yozlaşmasına karşı yarı kamu olan bir şirketin daha hassas olmasını beklemek hakkımız olur sanırım!
Turabi Çelebi ile aramıza kara kedi sokmaya çalışanlara inat, ben Turabi Çelebi’yi beğenirim. Ama bu isim konusunda anlaşmam mümkün değil. Ne yazık ki Türkiye’de bazı kompleksli davranışlar yüzünden Türkçenin durumu ortada. Türkçeyi de Valiliğe bağlı bir şirketin koruması da en doğal olanıdır. Tabii “birileri” bizi dilimizden etmeye çalışmıyorsa! Zaten bazı ilçelerdeki İngilizce su faturaları beni yeterince zıvanadan çıkarıyor!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.