Ya da postacı size böyle bir mektubu en son ne zaman getirmişti?
Peki, öyle üç-beş değil, on, yirmi hatta otuz sayfalık ak kâğıtlara dantel gibi işlenmiş, artık unuttuğumuz, bir köşelerde mahzun bı raktığımız, aslında bizi insan yapan inceliklerle dolu mektuplar alsaydınız ne yapardınız?
Ben ne yapardım, bilmiyorum…
Ama onun ne yaptığını biliyorum.
Şu an kalbim belki de en az onunki kadar çarpıyor…
Yaşamı sanatla iç içe geçmiş, evlenmiş, çocuk doğurmuş, ayrılmış; sevdikleri, sevenleri olmuş, çok mektuplar göndermiş, çok mektuplar almış, ama 40’lı yaşları sürdüğü yaşamında böylesi hiç başına gelmemiş. Anlatılacak gibi değil, kelimeler yetecek gibi değil…
O sabah çalıştığı resim galerisine gelen davetiyeler, bildiriler arasında kalınca bir zarf da var. Sanat ağırlıklı, ama kaybettiğimiz, yok farz ettiğimiz, zaman bulamadığımız için es geçtiğimiz, koşturmacalarımız sırasında ayaklarımız altında ezilip giderken umursamadığımız bize ait duygularla dolu, özenli bir el yazısıyla yazılmış o mektubu yazan kim ola ki?…
Mektup, Doğu Anadolu’nun küçük bir kentinden gelmektedir. Adres, o küçük kentin kapalı cezaevini göstermektedir…
Böylesine duygu yüklü bir mektubu yanıtsız bırakmak olmazdı. Mektupta bir elektronik posta adresi olmadığına göre yıllardır alışageldiği bilgisayar tuşlarından başka bir yöntemi kullanmak zorunda kalacaktı, ama olsun… Ak kâğıtlara o da kısa, ama özenli bir şeyler yazdı. Mektup yazmak ne kadar da zordu. Üstelik bir ”tık” la saniyede gönderebileceği yanıt, kim bilir kaç günde yerini bulacaktı.
Neredeyse on sayfa dolusu bir mektup daha gelmeseydi, her şey öylece kalacaktı. Bu mektup biraz daha ”derin” di. Ruhunu bir yerlerinden kavrıyor, sıkıştırıyor, buruşturuyor, duvardan duvara çarpıyordu. Bu adam nereden çıkmıştı, neyin nesiydi? Onca birikim tamam da nasıl olmuştu da onca duyarlılığın bir kırıntısını bile bir yerlerde unutmadan taşımaktan bıkmamış usanmamıştı.
Hele bu mektubu yanıtsız bırakmak hiç olmazdı. Bu adamı tanımalıydı.
Tanıdı da…
Adam da 40’lı yaşlarını sürüyordu. Uzun yıllardır o köhne kentin köhne cezaevinde siyasi mahkum olarak yaşamını sürdürüyordu. Mektuplarına yanıt alabilmek onu çok mutlu etmişti. Mektup gönderdiği kimileri elektronik posta adresini bildirmesini istemişler sonra da sessizliğe gömülmüşlerdi.
Uzun yıllardır dört duvar arasındaki zavallı adam, ”dışarıdaki” yaşamın dayanılmaz hızını, insanların birbirlerini ezercesine geçe rek nasıl da bir yerlere koşturduklarını, duyarlılık ne kelime insanların birbirlerine üç dakikacık ayıracak zamanları olmadığını, her şeylerin hem de çok ucuza nasıl da alınıp satıldığını nereden bilebilirdi?
Mektuplar sıklaştı. Yirmi, otuz, kırk sayfalık el emeği göz nuru metinlere dönüşmeye başladı. Her mektup onları biraz daha yaklaştırdı…
Sergilerin açılış günlerini pek sevmem, mecbur kalmadıkça da gitmem. O gün onun çalıştığı galeride çok önem verdiğim bir dostumun fotoğraf sergisinin açılışı vardı. Gitmeye zorunluydum. Ellerinde kadehleri, sırtlarını fotoğraflara dönmüş ve birbirlerinin içine sokulmuş insan kalabalığının arasından sıyrılıp dostuma göründüm ve tam sıvışıyordum ki ”yakalandım” …
Lobiye çıktık. ”Gidiyorum” dedi. ”Nereye” diye sormaya fırsat bulamadım. O köhne kentin köhne cezaevinde yaşamakta olan o uzun, güzelim mektupları yazan adamı görmeye gidiyormuş. Cezaevinden çıkmasına çok az kalan adamı isterse birlikte yaşamaya, ona destek olmaya çağırmak istiyormuş…
Niye yalan söyleyeyim, pek de olacakmış gibi gelmedi bana. Çoğu çoğu bir hayal olabilirdi.
Unutmuş gitmiştim?
Telefondaki heyecanlı ses onundu. Hiç duraksamadan, neredeyse soluk almadan anlattı.
Hayal değilmiş, demek.
Dostum, o çok merak ettiği adamı görebilmek için, cezaevinde resim dersleri vermek için ilgili makamlara başvurmuş; gerekli izinleri almış yollara koyulmuş. İlk kez gittiği kentte önceleri bir garip hissetmiş kendini. Cezaevi kapısından girdiği ilk gün neredeyse yarım asırlık ömründe en heyecanlı gün olmuş.
O duyarlı, mis kokulu mektupları yazan demek oymuş. İnce, güleç yüzlü bir genç adam. On beş koca yıl gözlerindeki pırıltıyı söküp atmayı başaramamış. Resimler yapmışlar. Çok konuşamamışlar. Gözler yetmiş, kalpler kaynaşmış…
İzmir’le o kent arasındaki gidiş gelişler sürüp gitmiş. Sonraları cezaevi görevlileri bu işten ”pirelenmişler” . Resim derslerinin yeterli olduğunu belirtip kapıyı göstermişler dostuma. Artık günleri saymaktan, beklemekten başka bir yol kalmamış, bir de mektuplar…
Mektuplar da olmasa dayanamazmış. En yakın bildikleri, en inandıkları bile ona ”deli” gözüyle bakmaya başlamış. ”Sen aklını kaçır dın”, ”Böyle bir sorumluluk saçmalık”, ”Kızım bu işten hemen vazgeç” ve buna benzer tümceler yağmaya başlamış üstüne. İnsanların incelik, duyarlılık üzerine ”hikayeler” dinlemeye zamanı yokmuş. Onlar çok meşgullermiş. Hep gülücüklerle karşılanmış. Tek başına kalmış. Ankara’daki bir arkadaşından gelen mektup içine su serpmiş. ”Senin bu yaşadıklarından alacağımız çok ders olmalı” diye yazmış arkadaşı…
Araya yine epey bir zaman girdi.
Arayan yine oydu. Telefondaki sesi şen şakraktı. Her tümce kahkahalarla noktalanıyordu. ”O şimdi burada, karşımda oturuyor bizi dinliyor” dedi ve bir kahkaha daha patlattı.
”Kim?” dedim dalgınlıkla.
”Kim olacak Murat, o köhne kentin köhne cezaevinden bu kez mektubu değil; kendi geldi.”
Demek gelmişti. Demek genç bir delikanlı olarak girdiği o kalın du varlar arasındaki on beş yıl dolmuş; mavi gökyüzüne, yaşama sevincini karşılıksız bırakmayan kadına kavuşmuştu.
”Hemen gelmelisin” dedi dostum.
”Hemen gelirim” dedim…
O sımsıcak yüzü sanki yıllardır tanıyordum. Sanki kısa bir süre önce görüşüp ayrılmışız. Sanki yaşamımızda ilk kez karşılaşmıyoruz gibi.
On beş yıldan sonra ”dışarıda” en ilgisini çeken ellerinde telefonlarla oradan oraya koşuşturan insanlar olmuş, çok gülmüş. ”Ama” dedi, ”İletişim çağı yaşıyormuş gibi görünen bu insanlar aslında iletişimsizliğe boğulmuşlar. Herkes kabuklarına çekilmiş. Herkeslerin elinde bir telefon ve boyuna konuşuyorlar, ama birbirlerinden haberleri yok. Yabancılaşmanın boyutları ezici. Abartı gibi gelebilir, siz dışarıdakilerin işi biz içeridekilerden çok daha zor gibi görünüyor.”
Bir arabaya doluştuk üçümüz. Kırmızı şarap içtik bir yerlerde. Gece yarısına kadar konuştuk. Daha doğrusu onlar anlattı ben dinledim. Dostumun resimlerini yaptığı apartman katı bunaltıcıymış. Artık iki ressama yetmezmiş. Kente yakın, ama ayak altında olmayan bir yerlerde derme çatma da olsa prefabrik bir stüdyo kurma hayallerine daldık. Sonra hayal kurmaktan vazgeçip üzerinde uzun uzun konuştuk. Bir dostun arazisine tek katlı, önünde kocaman verandası olan ve her yanından ışığa boğulan bir ”dünya” yaratmaya karar verdik.
Bedava amelelik yapmaya söz verdim. Dostum, ”Orada yapacağımız resimlerden veririz sana” dedi. Anlaştık.
Uzun zamandır hiç o akşamki kadar mutlu olduğumu anımsamıyorum.
Sinema okuyup sinemacı olmadığıma hiç o akşamki kadar hayıflanmadım. Eve döndüğümde uyku tutmadı. Sabaha kadar kare kare onları yeniden yaşadım. Karelerin yerlerini değiştirip durdum. Sahneler kurdum, bozdum, yeniden kurdum.
Bir kadının göze aldığı, asıldığı, bırakmadığı ve sonuna dek sürdürdüğü, duyarlılıkla ördüğü o dünyadan herkeslerin haberi olmalıydı. Bir küçücük öyküde kalmamalıydı.
Acaba bir senaryoya başlasam altından kalkabilir miyim?
Bilmiyorum, bilemiyorum…
Sabah kahvemi yaptım, balkonu oturdum. Yemini bekleyen kumrumla selamlaştım. Postacı geldi. Bana da bir şeyler var mı diye çıktım. Postacı posta kutularına mektupları yerleştiriyordu: Kredi kartı borçlarını bildiren çeşitli bankalara ait zarflar, telefon, kablolu televizyon borçlarını anımsatan Telekom zarfları ve diğerlerini…
Tüm adresler bilgisayar çıktısı. Tüm zarfların üzeri ”otomatiğe” bağlanmıştı. Adresi elle yazılmış bir tek zarf yoktu. Demek ki hiç kimseye ”mektup” gelmemişti. Postacının arkasından bakarken onları anımsadım: Galeride çalışan dostumu, köhne kentin köhne cezaevindeki o adamı ve yıllardır almadığımız, göndermediğimiz içimizi hoplatan, hepsi biri birinden farklı kokan mektupları…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.